23 Şubat 2012 Perşembe

Oliver Stone'un oğlu Sean Ali olmuş

AFP’nin haberine göre, İran’da belgesel çeken Stone, bu ülkede Şiiliği seçti. Türkiye’nin imajını zedeleyen 1978 yapımı “Gece Yarısı Ekspresi” filminin senaristi Oliver Stone’un oğlu Sean Stone’nun Şii İslamı kabul ettiği duyuruldu. Ancak Stone, İsfahan’dan telefonla yaptığı açıklamada, Hristiyanlığa ve Yahudiliğe de arkasını dönmediğini, Şiiliği 3. din olarak kabul ettiğini belirtti. 27 yaşındaki Stone’un babası Yahudi, annesi ise bir Hristiyan.

Hergün binlerce insan Sünni müslümanların vesilesiyle müslüman olurken bunlar kolay kolay haber yapılmıyor. Ancak İran, Hristiyanlıktan ve Yahudilikten vazgeçmeyen Sean’ın Şiiliği de 3. din olarak kabul etmesini bütün dünyaya duyuruyor. Maalesef yapılan propagandayı anlamayan ülkemiz gazeteleri, İran’ın servis ettiği “Oliver Stone’nin oğlu Sean Stone, Ali oldu” haberlerini öne çekiyor. Tüm gazeteler şiilik propagandasına alet oluyor.

Gece Yarısı Ekspresi filmi oryantalist bakış açısıyla yapılmış bir filmdi. İran da  dini ele alışı ve yaşayışı ile -örneğin Kur’an’ın değiştirilmiş olduğu iddiasıyla- Oryantalistlere malzeme üretmektedir. Bu çerçevede, Oryantalistlerle yakınlığı olan İran’ın, bu haberi propaganda maksatlı ve danışıklı olarak ürettiği şüphesi uyanıyor.

www.irantehlikesi.com

İranlı ajanlar alemde yakalandı

İranlı ajanlar, eylem için gittikleri Tayland’da alemde yakalandı.


Hindistan ve Gürcistan’da İsrailli diplomatlara yönelik bombalı saldırıdan bir gün sonra Tayland’da bir evde patlama meydana gelmişti.

Alarma geçen polis, evin İranlılar tarafından kiralandığını belirleyerek üç saldırgandan ikisini ülkeyi terk etmeden tutuklamış, Malezya’ya kaçmayı başaran üçüncü saldırgan da İran’a gitmek isterken yakalanmıştı.

Ülkeyi terk etmek isterken yakalanan Mesud Sedaghad Zade, Muhammed Hazeyi ve Said Muradi’nin bomba patlamadan birkaç gün önce hayat kadınları ile alem yaptıkları ortaya çıktı.

Bangkok Post gazetesinin haberine göre İranlı üç saldırgan 8 Şubat’ta Puket’e uçakla giderek, buradan gece hayatıyla ünlü Pattaya’ya geçti. Bangkok’a gelmeden önce iki günü burada geçiren saldırganlardan ikisi kendilerine hayat kadını tuttu.

Diğer saldırgan ise İngilizcesi kötü olduğu için yalnız kalmayı tercih etti. Grup bir barda nargile ve bira içerek alem yaptı. Alemci saldırganları, hayat kadınlarından birisi cep telefonuyla görüntüledi.
İsrail, Hindistan, Gürcistan’daki saldırılardan İran’ı sorumlu tutmuş, Tayland’da da elçiliğine yönelik saldırı hazırlığında olduğunu iddia etmişti.

Kaynak: CNNTURK

Firari Hizbullahçılar İran'da toplandı

Türkiye’de işledikleri 188 cinayetten ve mezar evlerden sorumlu tutulan Hizbullah lideri İnan’ın da aralaında bulunduğu Hizbullah firarilerinin, İran’daki örgüt lideri İsa Altsoy’un yanına kaçtıkları ortaya çıktı.

Türkiye’den İran’a kaçış sürecini Hizbullah’ın Avrupa sorumlusu Ali Demir’in organize ettiği öne sürüldü. Hizbbulahçıların İran’da Hizbullah’ın yeni lideri “dayı” kod adlı İsa Altsoy’un yanında oldukları anlaşıldı.

Beyin takımı İran’da toplandı

İddiaya göre İnan ve bareberindekiler, İran’da yine geçtiğimiz yıl CMK 102 kapsamında serbest bırakılan ve ardından kayıplara karışan diğer Hizbullah yöneticileri ile buluştu. Cemal Tutar, Edip Gümüş, Hacı İnan, İsa Altsoy ve örgütün Avrupa Sorumlusu Ali Demir, İran’da bir araya geldi ve örgütü yeniden canlandırmak için harekete geçti. Örgütün beyin takımı Hizbullah’ın kuruluşundan tam 33 yıl sonra, Hizbullah Lideri Hüseyin Velioğlu’nun öldüğü tarih olan 17 Ocak’ta, bir manifesto yayımladı. Bu manifestoda örgütün tanımı yapılırken, amaçlar ve metotlar da sıralandı.

İran yetkilileri ile irtibata geçildi

Türkiye yetkili kurumları, İranla iritibata geçerek Hizbullahçıların saklandıkları adresleri verdi. Türkiye, İran’dan Hizbullahçıları teslim etmesini istiyor. İran’ın Türkiye ile işbirliği yapıp yapmayacağı bir merak konusu.

Kaynak: Kanal D – Vatan

İran askeri filosu Suriye'ye demirledi

İran’ın Akdeniz’e açıldıktan sonra Suriye’nin Tartus limanında demirleyen savaş gemileri personelinin Suriye Deniz Kuvvetleri’ni eğiteceği bildirildi.

Devlet televizyonu, Süveyş Kanalını geçerek önceki gün Akdeniz’e ulaşan gemilerin, Şam’ın 220 kilometre kuzeybatısındaki Tartus limanına demirlediklerini duyurdu.

Gemilerdeki personelin, Suriye Deniz Kuvvetleri’nin eğitiminde görev alacakları belirtildi.

İran Savunma Bakanı Ahmed Vahidi, donanmaya ait unsurların uluslararası kara sulara açılmasını, ”İran’ın deniz gücününün bir göstergesi olarak” değerlendirmişti.

İran savaş gemileri, 30 yılı aşkın bir aradan sonra en son Şubat 2011′de Süveyş Kanalını geçerek Akdeniz’e açılmışlardı.

İran yine 30 yıl önce Suriye’nin Hama katliamına destek vermişti.

Kaynak: Haber 7- Press TV

İran'dan son 10 yılın en komik açıklaması

İran dini lideri Ayetullah Ali Hamaney, İran‘ın nükleer silah peşinde olmadığını söyledi. Hamaney açıklamasında Nükleer Silah peşinde olmadıklarını çünkü nükleer silah bulundurmanın ve kullanmanın günah olduğunu bildirdi.

Hamaney’in açıklamaları sosyal medyada mizah konusu oldu.

İran haber ajanslarının Dini Lider’in ofisinden aktardığı habere göre, Ayetullah Hamaney bugün İran Atom Enerjisi Kurumu heyeti ve nükleer uzmanları kabulde yaptığı konuşmada nükleer enerji konusuna değindi.

”İran halkı, nükleer silah peşinde olmadı ve olmayacak” diyen Hamaney, ”İran, nükleer silahların güç ve kudret anlamına gelmediğini de tüm dünyaya ispatlayacak. Bir millet insani güç, yetenek ve potansiyellerine dayanarak nükleer silaha dayalı gücü yıkabilir. İran halkı bunu yapacak” ifadesini kullandı.
Sultacı güçlerin asıl amacının İran’ın bilim ve teknolojide ilerlemesini engellemek olduğunu belirten Hamaney, şunları söyledi: ”Şüphe yok ki karışımızda olan ülkelerin karar ve yetki mekanizmaları İran’ın nükleer silah peşinde olmadığını çok iyi biliyorlar. İran İslam Cumhuriyeti düşünce, görüş ve fıkhı (dini) açıdan nükleer silaha sahip olmayı büyük günah olarak biliyor. Bu tür silahları bulundurmanın da beyhude, zararlı ve tehlikeli olduğuna inanıyor.”

Hamaney: Nükleer silah yapmayacağız “Bilim ve Teknolojide ilerleyeceğiz”

Hamaney, İran’a yönelik baskı, yaptırım, tehdit ve terörün sonuç vermeyeceğini belirterek, İran halkının bilim ve teknolojide kararlı bir şekilde ilerlemeye devam edeceğini söyledi. İran’ın nükleer enerji faaliyetlerinin Batılılar tarafından sadece bir bahane olarak kullanıldığını anlatan Hamaney, ”Yaptırımlar, İslam Devrimi Zaferinin başlangıcından beri var. Oysa nükleer konu son birkaç yıla ait. Onların asıl sorunu bağımsız olmaya, zulme karşı çıkmaya, zalimleri ifşa etmeye ve bu mesajı tüm milletlere ulaştırmaya karar veren ve bunları yapan İran halkı iledir” dedi.

Pers milliyetçiliği ve Azeri asimilasyonu

Nüfusun % 40′ını oluşturan Persler, İran’da tek hakim etnik gruptur. Ülkedeki ikinci büyük etnik grup olan ve sayıları 30 milyonu bulan Azeriler, rejim tarafından büyük bir tehlike olarak görülür ve Azerilere yönelik asimilasyon çalışması yürütülür.

Rıza Şah Diktatörlüğü (1925–1941), İran milliyetçiliğini (Pan-İranizm) milli siyasetin ana ekseni haline getirdi. Pers Irkçılığını devletin ideolojik esası olarak belirleyerek azınlıkları Farslaştırmayı kendine hedef seçti. Rıza Şah döneminden günümüze, Azerilere karşı sistemli bir Persleştirme politikası güdüldü.

Muhammed Rıza Pehlevi Humeyni darbesiyle devrildikten sonra, İran Cumhuriyeti’nde Farslaştırma, Şiilik ekseninde yürütülmeye başladı. Zulüm ve baskıdan kurtulmak isteyen topluluklara hem Şiileşme üzerinden Persleştirme yolu açıldı. Şiilik, Azerbaycan Türkleri üzerinde Farslaşmanın din görünümlü versiyonu oldu.

“Azeriler Türk değil, Farisidir” tezi dayatıldı

İran, Azerilere karşı derinden işleyen bir inkâr politikası gütmektedir. İran devlet yönetimi, öncelikle Azerilerin Türk olmadığına, Farsların bir kolu olduğuna dair tezler ileri sürmektedir. Bu sayede Persler, hem kendilerine rakip olan bu etnik grubu etkisizleştirmektedir, hem de Azerilerin Türkiye’den etkilenmesinin önüne geçmeyi amaçlamaktadır.

Pers Milliyetçiliği kapsamında İran’da, Azerilerin asimilasyonu için, Azeri Dili ve Aran Teorisi olmak üzere iki teori geliştirildi. Azeri Dili Teorisi’ne göre, Azerbaycanlıların köken itibari ile Farisi (Pers) oldukları ve Moğolların işgali sonucu Türkçe konuşmaya başladıkları iddia edildi.
Aran Teorisi’ne göre ise, Azerbaycan’ın Osmanlı tarafından işgal edildiği, tutunamayan Osmanlı’nın bölgeyi 1918’te Mehmet Emin Resulzade emrine verdiği, Azerbaycan’da normalde Persler yaşamasına rağmen Mehmet Emin Resulzade tarafından bölgeye Azerbaycan ismi verildiği iddia edilir.

Türk unsurlar zorunlu göçe tabi tutulmaktadır

İran’daki Azerilerin büyük kısmı Şii olmasına rağmen, Hoy, Bender ve Marageh gibi şehirlerde yaşayan yaklaşık iki milyon Sünni Azeri bulunuyor. Fars milliyetçilerinin hakim olduğu İran yönetimi, uyguladığı sinsi ve planlı siyasetlerle Sünni ve Azeri nüfusu göçe zorlamaktadır. Azerilerin bulundukları bölgelerin demografisi ile oynanarak hakim unsur olmalarının önüne geçilmektedir.

Türk – Azeri kimliği yasaktır

Asimile amaçlı zorunlu göç politikası, Azeri nüfusunun çok büyük olması nedeniyle, gayet sinsi ve planlı bir şekilde yürütülmektedir. Bir taraftan Pers Milliyetçiliği devletin bütün organlarına hâkimiyetini sessizce kurarken, diğer taraftan milliyetçilik sapık bir ideoloji olarak takdim edilerek Türklüğe müsaade edilmemektedir. İran’da adeta “Tüm ırklar eşittir, ama Persler daha eşittir” ilkesi işletilmektedir.

Azeri eyaletler bölünüyor

İran, Azerilere yönelik uyguladığı zorunlu göç politikasının yetersiz kaldığı bölgelerde Azerilerin yoğun olduğu eyaletleri bölerek, Şia ve Pers yoğunluklu eyaletlere bağlamaktadır. Gerektiğinde Azeri eyaletlerin isimleri değiştirilmektedir.

1993′te 35.000 km²’lik bir bölge, Doğu Azerbaycan’dan kopartılarak Erdebil Eyaleti’ne bağlandı. 1994 yılında ise Zencan Eyaleti’ne bağlı Kazvin Valiliği bu eyaletten kopartıldı.

İran nüfusunda kendini Pers asıllı görenlerin sayısı her geçen gün artmaktadır. İran devriminden sonra yapılan bir demografik araştırmada Farisiler %40 çıkarken, aradan geçen 30 yılda kendini Farisi görenlerin sayısı %50 artarak %60’a yükselmiştir. Bu aynı zamanda diğer etnik kökenlerin asimilasyonunun tamamlanmaya başladığı anlamına gelmektedir.

Hapishaneler Azeri Türkleriyle doludur

Nisan 1995′te İran üniversitelerinde okuyan 1.000′e yakın Azeri Türkü öğrenci, kendilerine azınlık haklarının verilmesi amacıyla yaptıkları başvuru sonucu tutuklandı. Öğrenciler terör suçundan yargılanarak 20’şer yıl hapis cezasına çarptırıldı.

Yine benzer şekilde kültürel haklarını isteyen 20.000′in üzerindeki Azeri Türk’ünün halen İran hapishanelerinde mahkum olduğu belirtilmektedir.

Yakın zamanda Türkiye bayrağı giyen Azeri taraftarlar “Pan-Türkist fikirleri yaymakla ve bölücülükle” suçlandı. Haber sitelerinde bu olayda devlet eleştirilmesi gerekirken taraftarlar hedefe kondu ve “Fecr – Tractor maçına bölücü sembollerle katıldılar” manşeti atıldı.

Azeriler kamu görevlerinden mahrum bırakılıyor

İran’da, özellikle devlet kademelerinde, aşırı bir Türk düşmanlığı vardır. Kamu görevlerinde yer alan Türkler kimliklerini gizlemek zorunda kalmaktadır. İran’ın yönetimlerinde Şiileştirilen bazı Azeriler görev alsalar da, bugün İran’da yaşayan Türklerin durumu içler acısıdır.

Hastanelerde görev alan Azeri doktorlar, önlerine gelen Türk hastaları tedavi etmekten bile kaçınmaktadır. Azeri doktorlar Azeri hastalarını Farisi veya Arap doktorlara havale etmektedir. Çünkü Azeri bir doktorun bir Türk’ü tedavi etmesi durumunda milliyetçi davrandığı için soruşturma geçirmesi muhtemeldir. Oysa bir Farisi istediği kişiye muayene olabilir. Bu durum diğer devlet daireleri ve hizmetlerinde de söz konusudur.

İran Azerilere karşı Ermenistan’ı destekliyor

İran bir taraftan Azerileri asimile ederken, diğer tarafta da Azerbaycan’ı bölgede yalnızlaştırmaya çalışmaktadır. Azerbaycan devletinin Türkiye ile çok sıcak ve yakın ilişkiler kurması, dahası model ülke olarak Türkiye’yi seçmesi İran’ı son derece rahatsız etmektedir.
Azerbaycan’ın varlığından rahatsız olan İran’ın, bu devleti yıpratmak amacıyla, Azeri-Ermeni savaşında Ermenistan’ı desteklediği, bugün İran’da ve dünyada herkesin bildiği konudur. Bu süreçte İran, Azeri düşmanlığını o kadar ileri götürmüştür ki, Ermenilerden kaçan Azerileri kabul etmeyerek Aras Nehri’nde boğulmasına sebep olmuştur.

İran bölgedeki Türk nüfusa karşı Ermenistan kozunu sürekli açık tutmaktadır. Bu noktada Fransa’nın geçirdiği Ermeni Soykırım Yasası’nın hemen ardından Ahmedinecat’ın Ermenistan’ı ziyaret etmesi, İran’ın Ermenistan kartını ne kadar açıktan oynadığının göstergesidir.

İran’da Türk kanalları yasaktır

İran hükümeti, Azeri Türklerinin asimilasyonu ve özellikle Türkler ile Azeriler arasındaki kültürel bağların yok edilmesi amacıyla uydu kanallarının izlenmesini yasakladı. İran, Azeri Türkleri tarafından yoğun bir şekilde izlenen TÜRKSAT üzerindeki Türkçe ve Azerice yayınları engellemek amacıyla yüzbinlerce çanak anteni söktürdü. Polislerin bugüne kadar beş yüz bin çanak anten söktüğü belirtilmektedir. Beş yüz bin çanak anten de yaklaşık 2 milyon Azeri nüfusa tekabül eder.

İran, Azerilerin Türkiye ile gönül bağını koparmak için aleyhte kara propaganda yürütmektedir. İran’da devlet televizyonu saatlerce Türkiye’nin Ermenistan ile dostluk yaptığına ilişkin program yayınlamıştır. Diğer taraftan Türkiye’nin kâfir bir devlet olduğu propagandası yoğun bir şekilde ve sürekli olarak işlenmektedir.

İran’da yaşayan bazı Azeriler yoğun propaganda sonucu, Türkiye’de Müslümanların azınlıkta olduklarını zannetmektedir. Ayrıca gerek siyasiler, gerekse yazar – çizerler yoluyla, İran’da Türkiye’nin yüzünü Hıristiyan Avrupa Birliği’ne döndüğü sürekli işlenmektedir.

İran yürüttüğü eğitim politikaları ile Azerilerin eğitim almasını dolaylı yollardan önemli ölçüde engellemektedir.  Bugün İran’da toplam Azeri nüfusun ancak yarısı okuma yazma bilmektedir. Aynı durum diğer etnik kökenlere mensup Araplar ve Türkmenler için de geçerlidir.

Azerbaycan Türklerine karşı sistematik olarak yürütülen Farslaştırma politikasına rağmen Azeriler tamamen asimile olmamıştır. Fakat maalesef, Şiileştirilen bazı Azeriler ile Azeri gibi görünen Pers İranlılar, Türkiye’ye gönderilerek, Türk – Azeri Milliyetçiliği kılıfı altında başta gençlerimiz olmak üzere vatandaşlarımız Şiileştirilmeye çalışılmaktadır.

12 Şubat 2012 Pazar

2012:Savaş Yılı

(ARDAN ZENTÜRK-Star)         
Ortadoğu’yu bekleyen savaş riskinin yalnız İran’ın vurulmasından kaynaklandığını söylemek yanlış olur. Tahran’ın, kendini savunmak için çevresinde oluşturmaya çalıştığı “Şii savunma kalkanının” giderek bir Sünni-Şii hesaplaşmasına dönüşmesi kaçınılmaz gibi görünüyor.

Amerikan askerinin çekilmesinden hemen sonra Irak’ın Şii Başbakanı Nuri el-Maliki ile Sünni Cumhurbaşkanı Yardımcısı Tarık el-Haşimi arasında patlak veren gerilim ve devamında yaşanılan kanlı olaylar, Irak’taki gelişmelerin Suriye ile bağlantılandığını gösteriyor. Artık Suriye-Irak ekseninde yaşanılacak -ne yazık ki- Müslüman’ın “ötekini” öldürdüğü yeni bir hesaplaşmayla karşı karşıyayız.

Irak’ta patlak veren Şii-Sünni gerginliğinin, Suriye’de Sünni-Alevi, Lübnan’da yine Şii-Sünni çatışmasına dönüşmesi İslam coğrafyası için büyük bir felakettir. Ama Tahran’ın bu ateşi Ortadoğu’nun en hassas bölgesine yayarak kendini koruma gayreti içinde olacağı da açık bir gerçek.

Sünni-radikal El-Kaide yönetim unsurlarının Pakistan’dan çıkıp Libya başta Kuzey Afrika’daki Arap ülkelerine kaydığı ve hatta Batı desteğindeki Suriye muhalefetinin içinde önemli rol oynadıklarına ilişkin haberlerin alındığı, hatta, NATO harekatı sonrasında Libya’nın başkenti Trablus’un askeri komutanlığını ünlü El-Kaide savaşçısı Abdülhakim Belhaj’ın yürüttüğü garip bir dönem.

Türkiye dikkatli olmak zorunda!..
Star Gazete-29 Aralık 2011 Perşembe

10 Şubat 2012 Cuma

İran Devrimi ve Humeyni

Ruhullah Musavi Humeyni, 22 Eylül 1902′de İran’ın Humeyn şehrinde doğdu, 03 Haziran 1989′da Tahran’da öldü. İslam Devrimi olarak sunulmaya çalışılan 1979 yılındaki “İran Devrimi”nin ruhani önderidir. İran’da Şah Muhammed Rıza Pehlevi rejimine son vererek İslam Cumhuriyeti adı altında yeni bir rejim kurmuş ve tüm yetkileri eline geçirmiştir. Devrimden sonra İran’ın ömür boyu siyasi ve dini önderi olmuştur.
1962 – 1963′te Şah’ın toprak reformu programı çerçevesinde bazı dinsel vakıfların mülklerine el konulmasına muhalefet ettiği için tutuklanmıştır. Bir yıl tutuklu kalan Humeyni, 4 Kasım 1964′te Türkiye’ye sürgün edilmiştir. Kısa bir süre Bursa’da kaldıktan sonra Irak’a sürgün edilmiş ve Şiilerce kutsal sayılan Irak’ın Necef kentine yerleşmiştir. 1978′de ise Fransa’ya gitmiştir. Oradan Şah yönetiminin yıkılması için yoğun bir propaganda çalışması yürütmüştür. Bunun sonucu olarak 16 Ocak 1979′da Şah Muhammed Rıza Pehlevi İran’ı terk etmek zorunda kalmıştır.

 

İran Devrimi, İslam için yapılmadı

İran Devrimi’nin sözde İslam adına yapıldığını ilan eden Humeyni öncülüğündeki ruhban Ayetullahlar, aslında Şah Rıza Pehlevi’nin yaptığı toprak reformuyla ellerinden aldığı ekonomik gücü geri almak için devrim yapmışlardır. Şah Rıza Pehlevi, ruhban Ayetullahların mülkiyetinde bulunan binlerce dönümlük araziler vasıtasıyla batıdaki kilise gibi davranmaya başladığını görünce, Ayetullahların kilise benzeri otoritesine bir son vermek amacıyla geniş kapsamlı toprak reformu yapmıştır. Benzer şekilde herkesin kazancından beşte bir oranında halktan Ayetullahların topladığı vergi olan “humus”u kaldırmaya teşebbüs etmiştir. Sonrasında ise toprak ve humus ağası Ayetullahların hışmına uğramıştır. Ayetullahlar ellerindeki dünyalıklarının gittiğini görünce halkı din adına galeyana getirmiş ve devrim yapmışlardır.

Humeyni'nin sapık fetvaları

Nikah kılıflı zina olan mutayı helalleştiren fetvalar yayınlayan Şia’nın ruhani lideri Ayetullah Humeyni, “Tahrir’ul Vesile” kitabında, benzer şekilde kişinin 9 yaşında bir kız çocuğuna şehvetle bakmasında, dokunmasında ve sarılmasında bir sakıncanın bulunmadığı, ayrıca kişinin eşiyle arkadan ilişkiye girmesinin helal olduğu” fetvalarını vermiştir.

 

Sapıklıklara izin veren fetvalar yayınladı


 

Hacca gitmedi

Şii mollaların gerek kitaplarında, gerekse de konuşmalarında, “Meşhed (şehri) Kıblemiz Olsun” veya “Kerbela Kâbe’den Üstündür”, “Hacc Yerine Kerbela’ya Gidelim” gibi fikirlerini açıkça ifade etmekten çekinmedikleri bilinmektedir.

Humeyni hacca gitmemiştir. Kendilerinde din adına yeni hükümler koyma ve insanları aforoz etme yetkisi gören Iraklı Şii ruhban Sistani gibi Ayetullahların birçoğu hacca gitmemiştir. Ehl-i Sünnet büyük bir özlemle hacca gitmeyi arzularken, Şii ruhban Ayetullahlar hiçbir engel olmaksızın hacca gitmemektedir.

 

Hz. Peygamber’i görevini yerine getirememekle suçladı

Humeyni “Muhtarat Min Ehadis ve Hitabat” isimli kitabında, Hz. Peygamber’in tebliğ görevini hakkıyla yerine getirmediğini ileri sürmektedir. Humeyni açıkça, Hz. Peygamber’in tebliğ vazifesini (hâşâ) yüzüne gözüne bulaştırdığını iddia etmektedir.

“El-Hükümetü’l İslamiyye” isimli meşhur kitabında, “İmam için övülmüş bir makam[1] vardır, âlemin hükümranlığı kâinatın tüm zerreleriyle imamların vilayetine ve egemenliğine boyun eğer. Mezhebimizin inanç gereklerinden bir tanesi de imamlarımızın bir makama sahip olması ve o makama ne yaklaştırılmış meleklerin, ne de resullerin, nebilerin ulaşamamasıdır” ifadelerini kullanan Humeyni’nin, açıkça İmamların Hz. Peygamberden üstün olduğuna inandığı görülmektedir.

“Keşful Esrar” isimli kitabında“Hadisin başında da ispat ettiğimiz gibi Nebi’nin Kur’an da İmamet konusunu açıklamasında geri çekilmesinin sebebi, kendisinden sonra Kur’an’ın tahrif edilmesinden korkması ve Müslümanlar arasında ihtilafların şiddetlenip bununda İslam’a tesir etmesidir. Ve şu da apaçık görünüyor ki, eğer Nebi Allah’ın imamet konusunda ona vahyettiği tebliği yapmış olsaydı, şu anki İslam beldelerinde Müslümanlar arasında ki bu ihtilaflar ve münakaşalar patlak vermezdi” demektedir (Keşful Esrar Sayfa 149 – 155). Kendisini yakıştıracak yüce makamlar ihdas etmek için çırpınan devrim lideri, Hz. Peygamber’i risalet vazifesini yapmamakla suçlayacak kadar küfür ve arsızlık içindedir.

  

Humeyni: “Allah Kur’an’ı sahabeden koruyamadı”

Humeyni “El-Kur’an / Bab Marifetullah” kitabında “…içerisindeki ayetleriyle birlikte Kur’an, zaman içerisinde birçok tahrif eylemlerinden geçerek insanlara ulaşmıştır.” demektedir. “Keşf’ül Esrar” isimli kitabında ise “Sahabe için Kur’an’dan ayet çıkarmak kolay olmuştur. Müslümanların Yahudilere ve Hıristiyanlara yönelttikleri tahrif suçlaması, şüphesiz sahabe üzerinde de sabittir” demektedir.

Humeyni yine “Keşfu’l Esrar” isimli kitabında “Şunu vurgularız ki Kur’an’da yüzlerce ayet, imamlardan ve imametten bahsetmektedir. Ama bunu açık bir şekilde ifade etmemektedir” yazmaktadır (Keşful Esrar, Sayfa 151 – Arapça Tercüme: Doktor Muhammed el-Bendari / Daru’lAmmar).

Aynı kitapta başka bir mevzuda “Şunu bilmeniz gerekir ki: Kur’an-ı Kerim’de Ali bin Ebi Talib (a.s) hakkındaki ayetler sayılamayacak kadar çoktur“ denir (Keşfu’l esrar, Sayfa: 197).

Şia’nın büyük Ayetullah’ı Humeyni, hem Kuran’ın büyük bir bölümünün tahrif edildiğini savunmaktadır, hem de kendi yaptığı tüm tahrifleri, tefsir ve tevil adı altında gerçekleştirmektedir.

Humeyni dahil Şii Ayetullahlar Kur’an-ı Kerim’in tertibinin değiştirildiği konusunda ittifak ederler. Onlara göre “Kur’an’ın tertibi, mevcut Kur’an-ı Kerim’den farklı şekildedir. Hz. Mehdi geldiğinde onu da getirecektir”. Bu çirkin görüşün, hiçbir ilmi değeri ve dayanağı yoktur. Yüce Allah (cc) Kur’an-ı Kerim de “Kur’an’ı biz indirdik ve onu koruyacak da biziz” (Hicr, 9) buyurmaktadır.

 

Humeyni: “Taştan veya kayadan bir şeyler talep etmek şirk değildir”

Şiilerin sapkın adetlerinden birisi de, Şii bölgelerinde yaygın kabirlerin önünde gösteri yapmaları, ölülerden yardım ve medet talep etmeleri ve hatta kimilerinin kabirlere yönelerek secde etmeleridir. Kabirleri kutsayan Şia, ölülerin onların isteklerine karşılık vereceklerine inanmaktadırlar. Bu ise dinimizde apaçık şirk ve küfürdür.

Konu hakkında Humeyni, “Batıl bir amel olsa bile taştan veya kayadan bir şeyler talep etmek şirk değildir. Sonra şüphesiz ki bizler Allah’ın kendilerine kudret verdiği İmamların ve Peygamberlerin mukaddes ruhlarından medet umuyoruz” demiştir (Keşfu’l Esrar, Sayfa: 49).

Humeyni, kabirleri kutsama ve onlara uzak yollardan gelip ziyaret etme gerekliliği konusunda fetvalar vermiştir. Bu fetvalardaki delillerin tamamı Hz. Peygambere isnat edilen uydurma rivayetlerdir. Şia tarafından uydurulan bir hadiste, Hz. Peygamber Hz. Ali’ye der ki:

“Ey Hüseyin’in babası, muhakkak ki Allah senin ve evlatlarının kabirlerini cennet mekânlarından bir mekân ve bahçelerinden de bir bahçe kıldı. Muhakkak ki Allah yarattıklarından kimilerini seçerek onların kalplerine sizin muhabbetinizi ve sevginizi ekti. Onları, sizin uğrunuzda eziyete ve zillete tahammül edenlerden kıldı. Onlar ki sizin kabirlerinizi inşa ederler ve Allah’a ve Resulüne yaklaşmak için sizin ziyaretinize gelirler. İşte onlar, benim şefaatime dâhil olanların ta kendileridirler. Ey Ali! Kim sizin kabirlerinizi inşa ederse, ona yetmiş hacının hac sevabı isabet eder, tüm günahları silinir ve sanki annesinden yeni doğan gibi olur! Ben seni, bununla müjdeliyorum ve sen de sevdiklerini hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir aklın tasavvur edemediği bu nimetle müjdele! Bunun dışında sizin kabirlerinizi ziyaret edenleri, zina yapan kadının kınandığı gibi kınayanlar olacak, işte onlar ümmetimin en şerlileridir. Allah’a yemin olsun ki şefaatim onlara ulaşmayacak.” (Keşful Esrar, Sayfa: 84).

Yukarıdaki hadisin uydurma olduğunu anlamak için alim olmaya gerek yoktur. Şii türbelerinin, camilerin ve hatta Kabe’nin yerine konulması için gereken bütün propaganda usulü kullanılmıştır. Uydurma hadiste, Hz. Ali sadece Hz. Hüseyin’in babasıdır -nedense Hz. Hasan’ın ismi unutulmuştur-, kabirler cennet mekanı kılınmıştır, türbe inşası teşvik edilmiştir ve bunun dine uygun olmadığını söylemek zina ile eş tutulmuştur.

Şia dininde Allah’a, Resulüne ve onun Ehl-i Beyt’ine atfen yalan uydurmanın çok kolay olduğu anlaşılmaktadır. Oysa gerçek olan şudur ki, ölümü hatırlamak ve ibret almak maksadıyla kabir ziyareti yapmanın dışında, Hz. Ali (r.a) kabirlere ve temsillere (put ya da resimlere) dua etmeyi men etmiştir.” (Sünen-i Ebi Davud 3/215)

Şia bir kısmını kendilerinin tespit ettiği uydurma türbelere hac etmeyi en büyük ibadetlerden birisi olduğunu görmektedir. Hatta bazı Şii Ayetullahlar, o kabirleri hac etmenin, Allah’ın ve Peygamberinin emrettiği Beytullah’ı hac etmekten daha makbul olduğunu ifade etmektedir.



[1] Allah’ın sadece Muhammed (s.a.v)’e has kıldığı övülmüş makam (Makam-ı Mahmud) gibi!