(Ali ÖNER – Timeturk) Time Turk yazarı Ali Öner bugünkü
yazısında İran Devrimi’nin yaşadığı evreleri anlatıyor. İran devrimi
dünya müslümanlarına kardeşlik mesajları versede bu duygudaşlık havası
uzun sürmedi. İran’ın bir diğer müslüman ülke Irak’la giriştiği savaş,
müslümanların İran devrimine bakışı değiştirdi. Ali Öner yazısında
İran’ın gelişimini 3 evreye ayırıyor. 1. Evrede Humeyninin velayeti
fakihi ilan etmesi ve tekfir edilmesi önemli bir köşe taşı. Bu olayı
tığkı bugünkü gibi İranın Hafız Esad’ın yaptığı Hama katliamına sessiz
kalması izledi. İkinci evre ise şia fanatizminin öne çıktığı bir evre.
Öner, Tunuslu bir Sünni alimin Şii olma serüvenini anlattığı “Hidayete
Erdikten Sonra” adlı kitabın Türkçe’ ye de çevrilerek yayınlamasını,
mezhep fanatikliğinin gelmiş olduğu noktaya örnek gösteriyor. İran bu
evrede özellikle Suudi ile zıtlaşarak Ortadoğu’da Müslümanlar arasında
ikiliğe yol açtı. İranın 3. devresinde Safevilik düşüncesiyle,
Amerikanın güvenlikçi politikalarına hoşgörüyle baktı. Irak ve
Afganistanda Amerikayla işbirliği yaptı. Tüm bu evreler ışığında bir
devrimin bitişini görüyoruz. Ali Ören’e göre müslümanlara düşen ise
mazlumdan yana zalimin karşısında olmaktır. İşte Öner’in yazısından
İran’ın evrelerini anlattığı bölümler;
İran’ı anlamak açısından geçen Ağustos ayında Özgün İrade için yazdığın
ve bu dergide yayınlanan “İran İslam Devrimi’nin Suriye Açmazı” başlıklı
yazımı İran devriminin evrelerinin daha iyi anlaşılması ve mezhep
faktörünün kaşıyarak Müslümanlar arasında yeni bir cephe açılmaması
dileğiyle aşağıya alıyorum.
İran’da İslam devriminin gerçekleşmesi bütün dünya Müslümanları için
bir ümit ışığı olmuştu. Özellikle de “La Şarkiyye La Garbiyye İslamiyye
İslamiyye” sloganı tüm emperyalist güçleri karşısına aldığının bir
göstergesiydi. Böylece Müslümanların ne kapitalist batı emperyalizmine
ne komünist doğu emperyalizmine dayanmadan kendi öz değerlerinden
yeniden doğarak gerçek bağımsızlığın ancak bununla mümkün olabileceğini
göstermeye çalıştı.
İslam İnkılabı, ne batı düşüncesinin kapitalist hegemonyası ne de
doğu düşüncesinin komünist hegemonyasının tutsağı olmadan, varlığını
doğrudan vahyin nurundan yani Allah’tan alan, bölgesel olmayıp
cihanşümul bir özellik taşımak iddiasındaydı. Bu iddia Büyük Şeytan ve
avanelerinin kudurmasına neden olurken, Küçük Şeytan ve avanelerinin
bekle ve gör politikası izlemelerine neden olmuştur. Ayrıca tüm mazlum
ve mustazaf dünya halklarının yanında olacağını söyleyerek evrensel bir
tutum gerçekleştireceğinin sinyallerini vermiş, dünya halklarının bu
kesimine ümit kaynağı ve hareket merkezi olduğunu göstermiştir.
Humeyni 1 Şubat 1979’da İran’a ayak bastığında sadece İran halkının
kaderini değiştirmeye aday olmadığını, tüm dünya mazlumlarının yanında
olduğunu beyan etmiştir. İslam inkılabının “Ne doğu, ne batı, ancak
İslam” olduğunu ve buna bağlı kalacağını söylemesi, dünya Müslümanları
için kardeşlik ve mezheplerin arka planda kaldığı bir duygudaşlık
geliştirmesine neden olmuştu.
Ne yazık ki bu uzun sürmedi. İran’ın içinde ve dışındaki güçler boş
durmadı. İnkılabın evrensel boyutunu sekteye uğratmak için çabaladılar.
İnkılabı gerçekleştiren kesimin devleti yönetme tecrübesinin
yetersizliği ve uluslararası ilişkilerin kendi içinde gerçekleştirmiş
olduğu stratejik ilişkiler ağı ve bu ağın oluşturmuş olduğu güç
geleneği, inkılabın kendi mecrasında ilerlemesini engelleyecektir.
İnkılaptan kısa bir süre sonra Irak devletiyle ve inkılap karşıtı
güçlerle girmiş olduğu savaş, inkılabı kendi stratejisinde bazı
değişimlere gitmek zorunda bıraktı. Bu anlamda inkılap liderlerinin bu
dönemde yanlış yönlendirmelerle bu değişime kendilerini zorunlu
hissetmeleri, güç odakların işini kolaylaştırmıştır. Diğer tarafta ise
inkılabın lider kadrosu ile halk tabanını kontrol eden Şii ulama
arasındaki düşünce farklılıklarının da bu konuda olumsuz etkileri
olmuştur.
Geleneksel Şii ulemasının yaklaşımı, Şeriati’nin ifadesiyle
söylenecek olursa daha çok Safevi/bedevi Şiasına yakın durmaktadır.
Safevi Şiası ise Pers kültür havzanın yoğun olduğu bir din algısından
oluşmaktadır. Ali Şeriati, hem Ali Şiası ve Safevi Şiası, hem de Dine
Karşı Din kitaplarında bunun ayrıntılarını vermektedir. Halkın çoğunluğu
bu bedevi din algısının havzası etrafında kümelenmiştir. Bir tarafta
savaş sürerken, alimlerle karşı karşıya gelmek istemeyen lider
kadrosunun ortamı yumuşatma çalışmaları Ali Şia’sından kaymayı
beraberinde getirirken, diğer tarafta ise Suudi merkezli bedevi
selefilik zıdd-i inkilabi bir yöntemle İslam coğrafyasına yayılma
çabası, mezhebi ayrılıkların merkezi bir konuma gelmesine yol açmıştır.
Bu nedenlerden dolayı İran İslam İnkılabını üç evreye ayırmak gerekir.
Biz ancak bu üç evre üzerinden İran’daki toplumsal ve iktidar dönüşümü
ile İran’ın dış politikasını okuyabiliriz. Bu evrelere baktığımızda;
birinci evre İnkılabın evrenselliği aşaması (1979-1982), ikinci evre
İnkılabın mezhepçiliğe gerilemesi (1982- 2001), üçüncü evre ise
İnkılabın uluslaşması/diktalaşması/doğuculaşması (2001-…) evreleridir.
Şimdi bu evreleri biraz derinleştirerek, bunun üzerinden İran İslam
Cumhuriyeti’nin Suriye politikasını açıklamaya çalışalım. Zira Suriye
meselesi bu evrelerin oluşumunun en önemli belirtisidir. Böylece Suriye
politikasının İnkılabı nasıl evrelere ayırdığı ve evrensellikten
ulusallığa/Doğuculuğa kaydığı görünürleşmektedir.
Birinci Evre; İran islam İnkılabının gerçekleştiği ve evrensel
çizgisini “La Şarkiyye La Garbiyye İslamiyye İslamiyye” sloganıyla
belirlediği evredir. Bu slogan batı ve doğu
emperyalizmine/küreselcilkiğine karşı bir duruşu sergilediği gibi,
mezhebi kaygıların yerine tüm İslam coğrafyasında tevhidi bir anlayışın
merkeze alınarak hak ve adalet perspektifli bir duruşu sergilemekteydi.
Aslında bu duruş Şia düşüncesindeki Kayıp İmam anlayışıyla çelişiyordu.
İmam Humeyni bu anlayışı Velayet-i Fakih düşüncesini siyasal bir makam
olarak ihdas ederek aşmaya çalıştı. Bu yeni paradigma Şii alimler içinde
ciddi tartışmalara neden oldu. Bir çok Ayetullah sırf bu nedenden
dolayı İmam Humeyni’yi tekfir etmeye kadar gitti. Ne var ki devlet
mekanizmanın oluşumu ve korunması böyle bir kuruma ihtiyaç duyuyordu. Bu
nedenden dolayı geri adım atılmadı. Ama bir yandan da Safevi Şia
anlayışına geri dönme sinyalleri verilmekteydi. Bu durum evrensel İslam
düşüncesinden mezhebi kaygıların ön plana çıktığı evreye doğru bir
yönelişin işaretiydi.
İnkılap sonrası başlayan Irak savaşı ve Şiilik mensubu Iraklıların
İran’a yakın oluşu ve Irak İslam Devrim konseyinin kurulması, ilk
başlarda mezhebi birlikteliğe bir gönderme olmasa bile sonrasında
tamamen buna doğru evirilecektir.
İşte bu şartlar içerisinde, 2 Şubat 1982’de Suriye’nin Hama kentinde
Müslümanlara yönelik iktidardaki Hafız Esed’in gerçekleştirmiş olduğu
katliama İran İslam inkılabının sessiz kalması, mazlumların banisi olma
iddiasına büyük bir darbe vuracaktır. Böylece bu olay karşısındaki
tutumu, İran’ı uluslararası ilişkilerde ahlakçı tutumdan ve evrensel
olma iddiasından vazgeçtiğinin, çıkar/strateji merkezli bir tutum
gerçekleştirdiğinin açık bir delili sayıldı.
İran katliamda sessiz kalmanın yanında, Suriye yönetimiyle
ilişkilerini daha da geliştirdi. Böylece Hama olayları ve Müslümanlara
yönelik Esed’in baskıcı politikaları karşısındaki tutumu İran İslam
inkılabının evrensellik iddiasını da bitirmiş oldu. Hama katliamı
İnkılabın birinci evresinin bitmesi ve ikinci evrenin başlangıcıdır.
İkinci evre; Mezhepsel kaygıların gelişmeye ve öncelenmeye
başlandığı, mezhep ihracatının önemsendiği bir dönemdir. İnkılabın
ihracatı için kurulan İslami İrşad ve Kültür Bakanlığı’nın Tunuslu bir
Sünni alimin Şii olma serüvenini anlattığı “Hidayete Erdikten Sonra”
adlı kitabın Türkçe’ ye de çevrilerek yayınlaması, mezhep fanatikliğinin
gelmiş olduğu durumu ortaya koyan önemli bir belgedir.
İslami İrşad ve Kültür Bakanlığı’nın bu kitabı İslam coğrafyasının
diğer bölgelerine de göndermesi, İslam’ın ihracı değil, Şiiliğin ihracı
olarak okundu. Bu evre İslam dünyası üzerinde ciddi etkilerde bulunmadı.
İnkılabın mezhepsel kaygıları yanında, diğer tarafta selefi çalışmalar
iki farklı kutbu karşı karşıya getirdi. Bu iki fanatikliğin İslam
coğrafyasında oluşturmak istediği ve Irak’ta da bir nebze yol aldığı
anlayış çok şükür arzu edenlerin istediği yere gelmedi.
İran ikince evrede aldığı rol ile Suud yönetimiyle el ele vererek
Sünni ve Şii selefiliğinin ideolojik tahrik ve motivasyon alanını
besleyen ve temelde kutuplaşmayı artırıcı bir rol almıştır. Onun için
biz bugün bambaşka bir Ortadoğu’dan bahsedemiyoruz ve bu stratejiler
emperyalistlerin ekmeğine yağ sürmekten de ne yazık ki geri durmuyorlar.
Batı emperyalist güçlerin İslam dünyasına yönelik çeşitli çıkarmalar
ve baskılar, özellikle de 11 Eylül sonrası ülke stratejilerinde ciddi
değişimlere gitme ihtiyacı doğurdu. Önce batıdan başlayan sonra İslam
ülkelerini de içine alan stratejilerini gözden geçirme çalışmaları doğal
olarak İran’ı da kuşattı. Mezhepçi evrede Rusya ve Çin emperyalizm ile
olan ilişkilerini batı hegemonyasına karşı bir kalkan olarak kullandı.
İran, Hama olayları karşısında aldığı bu tutumu Çeçenistan, Doğu
Türkistan ve Afganistan’ın işgalinde sessiz kalarak, güvenlikçi
uygulamaları öne alarak daha da ilerletti.
İkinci evrede Suriye ve diğer bölgedeki Şiilerle olan ilişkilerini
mezhebi kaygılarla geliştirdi. Şii mezhebine mensup insanları korumaya
ve kendi hâkimiyet alanını geliştirmeye çalıştı. İkinci evrenin ilk
başlarındaki ilişkiler mezhep merkezli oldu mezhep üzerinden diğer
ülkelerin içişlerine müdahil olmaya çalıştı. Bunda çok başarılı olduğu
söylenemez. Bu çalışmasında herhangi bir başarıda elde edemedi.
Üçüncü evre; bu evrede mezhepçi siyasi yatırımlar anlamsızlaştı. 11
Eylül sonra Amerika’da başlayan güvenlikçi stratejiler Batı devletlerini
kuşattığı gibi, İslam ülkelerine de uğradı. Bununla birlikte daha önce
batılı jeopolitik okuma ve hesapların birçoğu buharlaştı. İşte böyle bir
ortamda İran İslam Cumhuriyeti güvenlikçi bir politikayı ulusal çıkarı
için daha uygun gördü. Amerika’nın Afganistan ve Irak’ı işgal etmesini
ulusal çıkarlarına uygun gördüğü için sessiz kaldı.
Ama inkılap sonrası Filistin meselesine olan duyarlılığını korumaya
çalıştı. Birinci evrede Filistin, İnkılabi İran’ın temel meselesiyken,
sonrasında İslam dünyası üzerindeki etkinliğini sürdürmenin bir aracı
oldu. Bugün Suriye Baas Partisi’nin yanında olduğunu, Filistin
Direnişine verdiği desteğe bağlamanın sebebi bu olsa gerektir. Oysa bu
stratejik söylem aldatmacadan başka bir şey değildir. Çünkü Suriye’nin
en verimli toprakları olan Golan Tepeleri 1967 yılından beri işgal
altında ve buradan İsrail’e tek kurşun sıkılmamıştır. Direniş bir çeşit
Suriye’de suskunlaştırılmak zorunda bırakılmıştır. Suriye’nin direniş
günlüğü ise kirliliklerle doludur.
İran bu son evrede mezhebi görünen stratejileri ulusal Fars
yayılmacılığı olarak okunmaktadır. İnkılabın ilk evresindeki batı ve
doğu emperyalist karşıtlığı, batı karşıtlığına dönüşürken, doğu
emperyalizmin güç odağında ulusal çıkarları merkezileştirmiştir. Bugün
Suriye üzerinde Rus/İran doğu emperyalizmin ve Suudi/Amerikan
emperyalizmin savaşı sürmektedir. İki tarafta Suriye halkının zafere
ulaşmasını geciktirmekte ve Suriye’yi bir harabeye çevirerek, on
yıllarca İsrail karşısında söz söyleyemeyecek konumda tutmayı
amaçlamaktadır.
İran sınırlarına taşınacak bir savaşı Suriye üzerinde savaşarak
geciktirmeye çalışmaktadır. Bu durum İran ulusal çıkarlarının bir gereği
olarak okunmalıdır. Ulus devletlerin mantığı çıkarları gereği böyle
çalışmaktadır. Bu son evreyle İran yönetimi İnkılap ile arasına mesafe
koymuştur. Devrim çocuklarını yemiş ve baskıcı fars zorbalığını halkına
yöneltmiştir. Muhalefet susturulmuş, Suriye’deki olayları konusunda halk
ciddi şekilde yanlış bilgilendirilmiştir.
Sonuç olarak, İran’ın devrimle birlikte geldiği noktada
evrensellikten ulusallığa evirilmesinde Suriye politikasının nasıl etkin
olduğunu görüyoruz. Mazlumun yanında olmaktan zalime sahip çıkma İslami
hassasiyetinin değil ulusal çıkarların nasıl bir rol aldığını ortaya
koymaktadır.
Türkiyeli Müslümanlar olarak Suriye meselesine ve İran’ın Suriye
yanında yer almasını, Suudi/Amerika ekseninin dayatmaya çalıştığı mezhep
eksenli değil, zalim ve mazlum ekseninde bakmalıyız. Zaten İran mezhebi
kaygılardan değil ulusal kaygılardan dolayı Suriye’nin yanında yer
almaktadır.
İran’ın Suriye politikası devrim çizgisinin değişiminde nasıl rol aldığını ve bir devrimin bitişinin resmini görüyoruz.
Müslümanlara düşen ise mazlumdan yana zalimin karşısında olmaktır. İslami inkılap bunu gerektirir.