Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in, “Doğru Yolun Sapık Kolları” adlı eseri 1978′de kaleme alınmıştır. Üstad bu eserinde akıcı bir dille başta Şiilik olmak üzere, İslamiyetin sapık kolarının nasıl oluştuğunu anlatmaktadır. Bu eserle doğru bilinen bir çok yanlış tekrar gözden geçirilmektedir.
Yahudi dönmesi İbn-i Sebe’nin İslamiyete yaptığı en ağır kötülükleri ve dini saptırma çabalarını, İbn-i Sebe’nin kurnazlık ve hile ile yaptığı faaliyetleri okuyacak, ardından Şiiliğin asıl maksadının ne olduğunu, Şiiliğin dindışı sapkın bir kol olduğunu, tarihte Şiiliğin nasıl kök budak saldığını, Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in kaleminden okuyacaksınız.
İbn-i Sebe
Baş örnek (prototip) Yahudi İbn-i Sebe Hazret-i Osman devrini tam da kendi mel’anet (strateji)sine uygun bir zemin kabul edip sağ ve sol aşılamalarını sürdürürken bazı büyük Sahabilerin tam ayarlı hakikat görüşlerini de ilerideki ifrat tecellilerini kollayarak destekliyor, öbür taraftan da Hazret-i Ali’yi mübalağa yolunda mecnun hayallere zemin hazırlamayı ihmal etmiyordu. Mesela, ileri derecede Sahabilerden ve servet sahiplerinden Talha, Abdurrrahman İbn-i Avf, Abdullah İbn-i Ömer gibilerin en doğru görüş olarak:
- Zekatı verilen mal, saklanmış ve hareketsiz bırakılmış olsa da bir toplama ve biriktirme ifade etmez.
Zekatı verilmeyen mal ise meydanda ve harekette de olsa toplama ve yağma fiilini belirtir. Şeklindeki ölçüleri, işi, isabetli, fakat vecd dışı bir telakkiye sürükleyebileceği için, Kur’an ve ayarı bozmak isteyen fırsatçıları memnun ediyordu. Onların işine gelmeyen Ebuzer Hazretlerinin teslimeyette daima fazlaya kaçan ruhuydu. Nitekim Ebuzer bir gün kendi davasına karşı Hazret-i Osman’ın şu sözlerine muhatap oldu.
- Ya Ebuzer; halkı züht ve takva yolunda baskı altına almak hikmete uygun düşmez. Benim üzerime düşen, Allahın emirleriyle hükmetmek ve halkı adalet ve itidal dairesinde bir güdüme bağlamaktır. Bir emrin fazlasını yapıp yapmamakta insan serbesttir.
Ebuzer mukabele etti:
- Zenginler paralarını dağıtarak mürüvvet ve sadaka göstermedikçe biz onlardan razı olamayız!
Orada hazır bulunan Kaab-ül Ahbar şöyle bir laf edecek oldu:
- Farz borcunu ödeyen, vazifesini yerine getirmiş olur! Ebuzer parladı
- Behey Yahudi oğlu! Sen kim oluyorsun ki, böyle bahislere burnunu sokabiliyorsun? Ve elindeki asayı Kaab’ın başına indirdi. Kaab yaralandı ve halifenin ricası üzerine Ebuzer’i bağışladı ve onu kısastan kurtardı.
İbn-i Sebe’, Ebuzer Hazretlerine el atmakta gecikmedi. <<Allahın malı>> tabiriyle <<Müminlerin malı>> arasında herhangi yersiz ve nefsani bir tefsire yol arama ve bir ayrılık kapısı açmak için Şam’da, Ebuzer’e dedi ki:
- Muaviye’ye şaşmıyor musun? <<Allahın malı>> tabirinin kullanıyor! Gerçekten her şey Allahındır; fakat <<müslümanların malı>> tabiri muamelede esas iken <<Allahın malı>> demek acaba niçin ve ne maksadla?… Yoksa hazinenin serbetiyle müslümanlar arasından alaka kesiciliğe doğru mu gidiyor?
- Ebuzer <<Suret-i Hak>>tan görünen bu telkin karşısında ürperdi; bu laflardan ilahi kudreti nefsani menfaat uğrunda istismara yeltenici bir idare ölçüsüne ait tehlikeli bir mana kokladı ve hemen Muaviye’nin huzuruna çıktı:
- Öyle mi? Sen devletin müslümanlara ait parasına <<Allahın malı>> diyormuşsun; öyle mi?
- Yanlış mı, mal Allahın değil mi?
- Her şey Allahın; fakat senin idarendeki mal, Allahın müslümanlara ait olarak sana verdiği değil mi?
Muviye, aşk ve heyecan içinde kaynayan , fıkırdayan Ebuzer’i sakinleştirmek için her zaman ki büyük zekasıyla şu (formül)ü buldu:
- Peki, bundan sonra <<müslümanların malı>> derim. İbn-i Sebe’, adım başında ruhları bulandırma yolunda.
İbn-i Sebe sahnede
Önce kendi peygamberine ihanetle işe başlayan, derken İsa dinine türlü maverai hezeyanlar aşılayan bir insan soyu vardır. Bu soyun İslam karşısından (prototip) denilen baş örneği de İbn-i Sebe’… İçi ve dışıyla numunelik yahudi…
Hazret-i Osman devrinde güya Müslüman… Eski adı İbn-i Sevd… Şimdi Abudullah ibn-i Sebe’…
Dilek ve tutumları dini olmaktan ziyade siyasi olan bu din vecdinin kabuk tutmaya başladığı zemin üzerinde vücut bulan ilk <<Harici>>ler – ki asıl Haricilerin Hazret- i Ali devrinde peydahlandığı iddia edilirse de kökleri Osman zamanından -tohumlarını İbn-i Sebe’ elinden almış ve teşekkül devresinde ağaçlarını yine İbn-i Sebe’ eliyle geliştirmiştir.
Hiçbir fevkaledeliğe inanmamak şekliyle hem kör mantık, hem de fevkaladelikleri deli hayallerine vardıracak derecede mübalağa dehası İbn-i Sebe’ iki başlı yılan seciyesini şu iki cins telkinle göstermeye koyuldu:
- Ali, Allah Resulünün vasisi (vasiyetine sahip) dir. Nitekim nice peygamberlerin böyle vasileri olmuştur. Halifelik, vesayet hakkı bakımından Ali’ye düşer. Osman bu hakkı ondan gaspetmiştir!
Bu, güya mantık… Bir de İlahi iradeyi keyfine göre istismar gibi, hiçbir mantık ve kıyasa uymaz bir iddiası var:
- Hazret-i İsa’nın tekrar dünyaya döneceğini biliyoruz. Ya niçin Allahın Resulü dünyaya dönmesin? Allah Kur’anında, Resulüne <<Seni döneceğin yere döndüreceğiz!>> demiyor mu?…
Başlangıçta fısıltı ve fert fert avlama dairesinden dışarıya çıkmayan ve henüz meydan yerine sızmayan bu şüpheci telkinler, kendisine, kulak asanlar bulduğu halde, şiddetle mukavemet ve mukabele edenlere de rastladı. Saffetli müslümanlar bu telkinlerden incindi. Yahudiyi Basradan kovdular.
Küfe’ye geçti. Aynı telkinler… Orada da dikiş tutturamadı.
Derken Şam… Muaviye’nin bir hükümdar edasiyle emanetinde bulunduğu belde… Ne yapsın? Bu defa Ebuzer’i kışkırtma yoluyla, ittika maskesi altında Emir’in nüfuzunu körletmeye kalkışabilir.Öyle yaptı, fakat Hazret-i Muaviye’nin deha çapında idareciliği sayesinde fitnesini daha ileriye vardıramadı.
Şam’da yüksek Sahabi ve din alimlerinden Ebu Derda ve Ubade Bin Samit’e bulaşmaya davrandı. Anlayış ve sezişte mükemmel Sahabiler tabiyeyi farketmekte gecikmediler ve yahudiye yüz vermediler.
İbn-i Sebe’ Şama kapısını zorlayamayacağını anladı ve kendisine başka dayanaklar ararken Muaviye’den emir geldi:
- Şam’dan çıkıp gitsin! Şam’dan dehlenişi şöyle oldu:
Ubade Hazretleri yahudinin telkinlerine kapılmak şöyle dursun, onu kulaklarından tuttuğu gibi Hazret-i Osman’ın huzuruna çıkardı:
- İşte, Ebuzer’i sana musallat eden bu adamdır! Yani:
- Gözünü aç! Kah hakka karşı, kah hak kisvesi içinden görünüp İslam ruhunu tahrip etmekte bu adamın yapmayacağı yoktur! Herkesi damarına göre kışkırtmakta bir tane…
Artık o, karargahını Kahire’de kurmuş, Basra ve Küfe’de yakınlarıyla haberleşme ve helalleşmede…
Fitne
Allah Resulünün <<Refik-ül Ala>>ya, <<Yüce Dost>>a kavuştukları tarihten 21 yıl sonra, Ebuzer hazretlerinin de 80 küsur yaşında Yüce Resul’e kavuşması arkasından Basra, Küfe, Şam ve Kahire halkası üzerinde Medine’ye doğru akmaya başlayan fitne seli gittikçe kabarmaktadır.
Karada İranlılar, hem kara ve hem denizde Bizanslılarla edilen cenkler İslam kuvvetlerine zafer üstüne zafer kazandırmakta, Kisra sülalesi son bulmakta ve bir deniz devleti olan Bizans, Mısır ve Suriye donanmalarının çemberi içinde sulara gömülmektedir. İslam açık denize çıkmıştır.
Onu, için için dişleyen güveler de faaliyetlerini arttırıyor ve bir zamanların merkezden gelen kudreti şimdi muhit üzerinde her an biraz daha mecal kaybına uğruyor. Bu, motor kuvveti azalan bir lokomotifin <<mikdar-tacil>> dedikleri ilk hızıyle yol aldığı manasınadır ve ilk hız tükenip iş ruh motoruna kalınca neticenin nereye varacağı mechuldür.
İbn-i Sebe’ Kahire’den bugünün radyo ve telsiz dalgalarından daha nüfuzlu propaganda mevcelerini her yana sala dursun… Basra, Küfe, Şam ve Kahire halkası, o netameli zencir, İbn- i Sebe’ eliyle şangırdatılmakta:
- İslam bunca fetihleri içinde gaye ve idaresi bakımından yetersiz ellere geçmiştir! Osman aile yakınlarını herkesten üstün tutuyor ve onları en yüksek makamlara kayırıyor. Ehliyet ve liyakate değer vermiyor! Bu gidiş kötü!… Onu önlemek lazım…
Dış yüzünden halka dayanıyor gibi görünen bu belirtiş eğer Ebuzer misali saffet ve samimiyet örneği bir hak adına Hazret-i Osman’a yöneltilseydi tesiri ve kıymet hükmü bambaşka olurdu. Fakat gayesi İslamı ihya yerine imha olan ve sırf bahanesi diye ele alınan bir üsluba dayanınca doğrudan doğruya bozgunculuğa alet oluyor ve Halifenin sadece şahsını hedef alıyordu.
Basra, Küfe, Şam ve Kahire halkası üzerinde yılan kavi dalgalanan, kuyruğu Basra’da ve başı Kahire’de fitne, bu yerlerde hep Hazret-i Osman’ın ailesinden ve Emevi hanedanından Emirler bulunmasına rağmeni onların bu cereyanı önlemekteki becerisizlikleri yüzünden kösteklenemiyor. Üstelik bu yeni Emirlerden çoğu genç ve saltanat düşkünü… Rahatlarını bozamıyorlar. İçlerinde şarap içen ve bizzat Hazret-i Osman tarafından içki cezasına çarptırılanları da var… Hatta İslamdan dönüp sonradan yine İslama sığınanları bile…
Böyleleri değiştiriliyor, fakat yerlerine yine <<Ümeyye>> soyundan kimseler getiriliyor. Sahabiler arasında birçoğu da, boyunları bükük, manzaraya ibretler bakıyor ve en küçük çapta olsun, halifeye baş kaldırmayı düşünmüyorlar…
Hasılı, masum, mahzun ve soyuna meftun Hazret-i Osman devrinde kadro zaafı, hususiyle fetihlerin üstüste şahlandığı ve kıtaların İslam eline düştüğü böyle bir hengamede açıkça göz planına çıkmış bulunuyor.
Artık İbn-i Sebe’ kurmaylığındaki fitne stratejisinin takip edeceği yol, bir tepeden seyredilircesine, bütün kıvrımlariyle meydandadır.: Osman’ı tasfiye vesilesiyle İslam yekparelik be bütünlüğünü parçalamak…
Her taraf Ali’ye karşı
Hicretin 33. yılında ekilmeye başlayan İbn-i Sebe’ tohumları tam iki yıl sonra, 35. yılda ilk mahsulünü vermiş ve Hazret-i Osman şehid edilmiş bulunuyor.
Hazret-i Ali’nin nasıl halifeliğe geçtiği malum… Asıl bundan sonradır ki, doğru yolun ilk sapık kolu açılacak ve İbn-i Sebe’ marifetiyle, siyasi bir ayrılığa itikadi bir mezhep ihtilafı yamanacaktır.
Osman’ın şehadetinden sonra, Hazret-i Ali’ye biy’at sırasında, Sahabilerin en büyüklerinden Talha ve Zübeyr, bir tereddüt anında, Halife namzedinden şu teklifi almışlardı:
- Bana biy’atten çekiniyorsanız ben size biy’at edeyim! Talha ve Zübeyr de:
- Hayır, demişlerdi; biz sana biy’at ederiz!
Böylece Medine’de biy’at tamamlanmıştı.
Halbuki, <<Cennetle müjdelenmiş 10′lar>>dan bu çifte sahabi, bir müddet sonra <<Cemel>> vakasında Hazret-i Aişe’nin etrafında Ali’ye karşı harekete geçerken güya demişler ki:
- Biz can korkusundan Ali’ye biy’at ettik!
Bu ve bundan sonraki noktalarda bir müslüman için iyiyi kötüden ve doğruyu yanlıştan ayırd edebilmek için en nazik bir <<kıstas-ölçü>> zemini açılıyor.
Derin ve gerçek mümin gözünde hiçbir Sahabi, o Nur’u görmüş ve ruhuna nakşetmiş olan hiçbir fert, ihlas ve samimilik yoksunu olamayacağına göre, bazı zaif kaynaklardan gelen bu rivayetin yine İbn-i Sebe’ muhitinden çıkmış olduğu şüphesizdir. Sahabiler arasında bazı ayrılıklar, herbirinin samimiyetle inandığı bir görüşten ileriye geçmez ve her tarafı kendi görüş makamında haklı bulucu bir içtihad meselesi olarak kalır.
Evet; Cemel vakası, o hazin oluş!… Bu vakayı, içinde dolaylı olarak İbn-i Sebe’nin parmağı bulunmakla beraber <<doğru yolun sapık kolları>>ndan biri sayamayız. Onu takip eden <<Sıffın>> hareketi gibi, Cemel’i de, Sahabiler arası bir içtihad ayrılığı, Yahudi nefesinin kirletmeye yeltendiği yeni hava içinde büyüklere düşen ayrı anlayış ve davranışlardan biri kabul edebiliriz.
Böylece Cemel ve Sıffın hadiselerini ana mevzumuzun uzağında görüyor, kısa geçiyor; ve onlarda, ilk sapık kolun ismi olarak meydana çıkan <<Sebeiyye>> payına işaret etmekle yetiniyoruz.
Evet, artık <<Harici>> zümresi ve <<Sebeiyye>> mezhebi, isimde ve kelimede tam bir belirtiye kavuşmuştur.
Herşey Osman’ın kanını dava etmek ve suçlularını cezalandırmak meselesinden doğuyor. Hazret-i Muaviye Şam’da bu meseleyi kılıçla hall ve tesviyeden başka çare göremez ve bir ordu tertiplerken, Hazret-i Aişe, Talha ve Zübeyr ve başka Sahabilerce harekete yöneltilmiş bulunuyor… Allah Resulünün dirayet ve zerafet timsali muazzez zevcesi, deve üstünde, kapalı bir mahfe içinde ve Talha, Zübeyr ve başka Sahabilerce korunmuş vaziyette…
Halifeliği zamanında Osman’ın idare şeklini asla doğrulamamış olan Hazret-i Aişe, şimdi onun kaatillerini cezalandırmak için nasıl ve ayrıca ne sebeple Hazret-i Ali’ye karşı çıkıyor, hangi saik yüzünden bazı büyük Sahabileri yanında görebiliyor ve Muaviye hesabına son derece mantıklı olan böyle bir harekete, sorumlular arasında öz kardeşinin bulunmasına rağmen nasıl kıyam edebiliyor?…
Bu, akıl sır ermez suallerin, gerçek İslam ve şeriat ölçüsüyle cevabını verebilmiş hiçbir kaynak mevcut değildir. Kat’i olan şudur ki, <<akıl, sır ermez>> teşhisinden sonra, meseleyi daha fazla kurcalamanın lüzumsuzluğuna hükmetmek, arada tecavüz etmekten kaçınılması gerekli bir hudut noktası olduğunu bilmek ve keyfiyeti Allah’a havale etmek şart…
Hazret-i Osman devrinde, Allah Resulünün gömleğini ve mübarek kıllarını gösterip: – İşte gömleği ve kılları!… Onlar eskimedi, fakat şeriatı eskitildi!
Diyen Müminlerin annesi, şimdi peşinde Emevilerden bir topluluk, ayrıca saflar arasında fikir ve gaye bakımından dağınıklık, Basra yolunda ilerliyor.
Şia-Şiilik
Haricilikle at başı giden, beraberce yürüyen, hangisinin önce olduğu ve tesir veya aks-i tesir aldığı belli olmayan, o da türlü kollara ayrılan ve nihayet devletleşmiş bulunan bu mezhep, itikadi bir dalalet mektebi olarak, «Doğru Yolun Sapık Kolları» arasında, belirttiği yaygınlık noktasından, bazı örnekleriyle başlıca uçurum koludur. Haricilik dış yüzler üzerinde akamet mantığı müessesesiyse , Şiilik, iç yüzlere dönük ve selim aklın her desteğinden mahrum, bir sınır bozuculuk ve insanı şeytani çapta yüceltme ve putlaştırma kuruluşudur.
Şiilik, «Beyt Ehli-Peygamber Evinin kadrosu»na üstünlük tanıma noktasından temayülünü Hazret-i Osman’ın Halife seçildiği zamana kadar gerilere götürse de gayet tabii olan bu sevginin itikat hududunu zorlayıcı, bazen de yıkıcı şekilde mübalağalara vardınlması, Hazret-i Ali devrinde başlar ve bu felaketin tohumları, Haricileri de geriden körükleyici İbni Sebe eliyle atılar.
Yahudiliğin özü ve Haricilikle beraber Şiiliğin mayalandırıcısı bu tarihi şeamet heykeli, Hazret-i Ali’ye:
- Sen Allah’sın!
Demeye kadar gitmiş ve korkunç küfrüne karşı ateşte yakılması emri verilince de:
- Demedim mi, insanlan yakmak yalnız Allah’a mahsus olduğuna göre, Allah olmasaydın bu emri vermezdin.
Diye mukabele etmiştir.
Doğruluk derecesini bilmediğimiz bu rivayetin mutlak doğru tarafı İbn-i Sebe ekferinin Hazret-i Ali’ye ilah gözüyle baktığı ve bu görüşünü açıkladığı, Hazret-i Ali’nin ise hiçbir insanı şeriatte haram olan bir cezalandıma şekliyle ölüme sürmeyeceğidir.
İbn-i Sebe bu sert davranış üzerine Hazret-i Ali muhitinden kaçtı ve tohumlarını her tarafa serpmeye koyuldu. Ve yığınlara açıkça kabul ettiremeyeceğini bilmesine rağmen, İslamda ilk ciddi rahneyi açıcı, Hazret-i Ali’ye insan üstü bir hüviyet verme ve onu, hatta Kainatın Efendisine takdim etme dalaletini tohumlandırmış oldu
Öyle ki, Şii sınıf, Cebrail’in şaşınp da vahyi Hazret-i Ali yerine Resule götürdüğü hezeyanına kadar vardı.
Her karşılığın müstağni kaldığı ve hiçbir cinnet nevinin eşine rastlanmadığı bu gibi hezeyanlara rağmen, Şiiliğin, Hazret-i Ali’yi mübalağayla sevmek ve halifelik hakkını onda ve sülalesinde görmek, diğer üç büyük Sahabiyi de küfürle suçlamamak şeklinde sınırlı ve itidalli Şiiliğe küfür kondurulamaz ve böylesi bazı sapıklıkları olsa da «Kıble Ehli»sayılır.
Nitekim «Şii» adını Hazret-i Hüseyin’in misilsiz bir şenaat üslubu içinde şehit edildiği Kerbela vak’asından sonra alan ve nihayetlerine kadar Emevilere düşmanlıkta devam eden Hazret-i Ali taraflıları, o güne değin bir şahıs ve aile imtiyazı üzerinde sadece hissilik belirtirken, ileriye doğru itikadi manada mezhepleşmiş, binbir parçaya ayrılmış, bir kısmiyle de ismine «Gulat- aşırılar» denilen bölümlere ayrılmıştır.
Üç ana şube:
GALİYE: (Gulat-aşırılar)
Bu şube ayrıca 15 bölümlü.
RAFIZA: (İlk iki Halifeyi reddedenler) Bu şube de 24 fırka.
ZEYDİYE: ( Rafızaya karşı çıkanlar)
Bunlar da 6 kısım.
Görülüyor ki, sayılabildiği kadarıyla 45 kollu bir «Şia-Şiilik» hareketi İslam’ın ilk asrında başını almış gidiyor.
Şiilerin her ölçüyü devirici ve çiğneyici azgınlar ve aşırılar sınıflarını kasdederek kaydedelim ki, aynı hal, babasız hak peygamber Hazret-i İsa’dan sonra da meydana gelmiş ve bir yahudi eliyle bozulan İsevilik, yüce Resulü Allah’ın oğlu diye İlan etmişti.
Bu şeytani mübalağa belası, en küçük dereceden en üstününe ve nihayet erişilmez olanına kadar topyekun tarihe ve insanoğluna musallattır.
Şiilik etrafında
İkinci bin yılın yenileyicisi İmam-ı Rabbani Hazretleri -ki bugün onun açtığı devre içinde ve o devrenin ortasındayız- Şiiliği ve kollarından «Rafıza»yı, Alevilik tabirini de ekleyerek sapıklıkların en korkunçlariyle vasfeder ve belli başlı şubelerini tek tek sayarak, Hazret-i Ali’ye uluhiyet konduran dallarına kadar belirtir
«Tutan; bir şahsı mübalağayla tutan» manasına Şiilik ve onun neticede aynı, fakat tespitte tersinden, «Bırakan» anlamında Rafızilik, biri Hazret-i Ali’yi sınırının üstüne çıkarmak, ikincisi de yüksek Sahabileri düşürmek hedefinde toplanır ve Aleviliği de kelime farkıyla içinde taşır. Bu şekilde hulasa edilebilecek olan Şiilik yolunun ayrıca kaydettiğimiz Rafızilikten başka kolları, dalları ve onların da kolları ve dalları, bir sürü… Hak nasıl bir, batıl da sayısızsa, Şiilik batılının da bölümleri öyle; ve sayısız batılını ilan etmekte. Sapıt sapıtabildiğin kadar!… Bu bölümleri teker teker ele almaya lüzum görmüyor ve hangi inanışın hangi kola ait olduğunu belirtmeden, ifrattakilerin hepsini birden Şiilik ve Alevilik dairesine alarak gösteriyoruz.
En başta İbn-i Sebe kolu olarak Haricilerden başlayıp Hazret-i Ali’nin hilafeti boyunca süren ve Şillik mektebinin temelini kuran cereyan… Hazret-i Ali’yi ilah ve Cebrail’i yanılmış bilenler… (Bu rivayet İmam-ı Rabbani Hazretlerinin tasdikinde olduğuna göre, vaki…)
Büyük imameti, yani devlet reisliğini, Hazret-i Ali ve soyundan kabul edip, başkalarını o makama müstehak görmeyenler ve Peygamber soyu haklarının gaspedilmiş olduğunu iddia edenler.
«İsna Aşeriyye» adı altında Hazret-i Ali soyundan «12 İmam» nazariyesini güdenler ve hepsini birden insanüstü sayanlar… Bu imamlardan onikincisi, nazarlarında gaip ve son zamanlarda zuhuru bildirilen Mehdi’yi temsil etmekte…
«Tenasuh»a, ölümden sonra ruhun başka cesetlere hululüne inananlar; Allah’ı insan şeklinde hayal edip zamanla yıprandığını, yalnız yüzünün kaldığını, ruhunun da Ali’ye geçtiğini öne sürenler Herşeyi batına, içyüze bağlayanlar ve zahire, dış yüze ait bütün yasakları ve emirleri inkar edenler…
Hazret-i Ali’nin öldürülmediğini, ölmediğini, yerine şeytanın öldürüldüğünü ve onun göğe kaldınldığını, bulutlarla sarılı olduğunu, «şimşek onun kamçısı ve gök gürültüsü sesidir!» iddiasında bulunanlar… Dünyanın en galiz teşbihiyle, Allah’ın Resulünü, iki karganın birbirine benzediği kadar Hazret-i Ali’ye benzetip Vahy meleğini bu yüzden şaşırmış ve Kur’anı Ali yerine Peygambere indirmiş sananlar…
Hazret-i Ali’yi ilah kabul ettikten sonra, onun, Peygamberi Resul olarak gönderdiğini fakat Resulün insanları Ali’ye bağlayacağı yerde kendisine bağladığını iddia etmeye dek gidenler…
Daha neler ve neler!… Başıboş hayalin en süfli madde ve fiilden çizebileceği nispetleri en ulvi mana ve hakikate yakıştıranlar ve sakat hayal ile sıhhatli hakikat görüşü arasında hiçbir mizana sahip bulunmayanlar…
Geniş ve toplu teşhis dairesi içinde Şiilik budur; ve onlardan «mutedil» diye sıfatlandırdığımız, Hazret-i Ali’yi «tafdil-üstün tutma» yolunda olsa da büyük Sahabileri tasdik; ve Allahı, Resulünü, Kitabını ve şeriati doğrulayanlar müstesna, gerisi, «El-küfrü milletün vahide – Küfür tek bir millettir!» hükmü altındadır.
Tefessüh ocağı Bizans’ın vecd kurutuculuğu, hayal puthanesi İran’ın ölçü bozuculuğu ve Hazret-i Musa’dan beri bütün bu nefsani ve şeytani fakültelerin başlıca işleticisi Yahudi dehasının tesiriyle İslamda ilk defa büyük sapık kol Şiilik, o gidişin ismidir ki, Haricilerin kurduğu sığ ve kaba küfre dayalı baş kaldırma zemini üzerinde yüzde yüz mecnun ve hiçbir tartışmaya değmez itikadi hastalıklar kapısını açmış, kendisinden sonra gelenler üzerinde daima aşısını göstermiş ve ileride, çok ileride -belki bugün- arınmasını bekleyen hak dinin hiçbir devrinde tam kapatılamayan yarası olmuştur.
Devletleşen Şiilik
Kol kol, isim isim üzerlerinde durmaksızın ve bağlı oldukları şahısları göstermeksizin, itikat şekilleri halinde kısaca çerçevelediğimiz Şiilik, bazı ellerde birtakım huruç hareketleri kaydettikten sonra, çoğunda olduğu gibi sahiplerinin ismini taşıyan bir şube olarak Hicri Üçüncü Asırda, Irak taraflarında ve «Kıramıta» ismi altında bir devletçik kurdu. Şiiliğin en mecnun kolu İsmailiyeden bir dal olan Kıramıta topluluğu bir asır kadar kendi havzasında hükümranlığını sürdürdü, Sünnet ve Cemaat ehline yapmadığı zulüm bırakmadı; Mekke’yi bastı, binlerce hacıyı kılıçtan geçirdi ve «Hacer-i Esvet»i söküp Irak’a götürdü. Hicri 378 yılında ortadan kaldırıldı.
Ayrıca Mısır’da Fatımiler…
Şii kollarından asıl devletleşebilen ciddi örnek, (Hicri 473) Hasan Sabbah isimli bir mecnunun bayrağını açtığı doğrudan doğruya İsmailiye, bir ismiyle de Batınıye şubesidir.
- «Cevizin içiyle kabuğu gibi Kur’an’ın bir batını (içi), bir de zahiri (dışı) vardır. İş batındadır ve zahirdeki emirler ve yasaklar vardır. Batına bağlananlar murada zahmetsiz ve eziyetsiz erer. Haram diye bir şey yoktur ve her şey helaldir. Şeriat sahibi Peygamberler yedidir; bunlar Adem, Nuh, İbrahim, Nusa, İsa, (M…) ile altıya ermiştir; yedincisi ise Mehdi’dir ve gelecektir. Allah vardır, alimdir, kudretlidir!»
Ve tespitinin bile kaleme giran geleceği daha neler!.. Mesela:
«-Kadın, adetten sonra namazını kaza etmez de orucunu kaza eder, nasıl olur? İdrar meniden daha pisken guslü gerektirmez de öbürü gerektirir, niçin? Bazı namazlar ne yüzden 4 rekat da bazıları 3 veya 2?..»
Ruh emrine basit bir ölçü aleti olan aklın hangi sapıklığa kadar memur edilebileceğini göstermekte eşsiz bir (manyak) olan Hasan Sabbah, İran’ın meşhur nasipsiz şairlerinden Ömer Hayyam ve Selçuklu vezirlerinden Nizamülmülk ile mektep arkadaşlığı etmiş ve Alparslan’ın himayesine ermişken, Selçuklularla bozuşmuş, oradan Mısır’a kaçmış, Şii Fatımilerden himaye görmüş ve Fars illerinde, – nice büyük din adamına beşik olmakla maruf ve bu defa küfrün en şiddetlisine maruz- öz memleketi Rey şehrinde başına birtakım tımarhanelikleri toplayarak bazı zaptedilmez kaleleri basmış, düşürmüş, üzerine gelen Selçuklulara karşı durabilmiş ve devleti yedinci asrın ortasına kadar 181 yıl ayakta kalabilmiş bir adam
«Kartal yuvası» manasına, dik kayalıklar üstünde «Alamut» kalesi… Bu kalede bağlılarının, bir işaretiyle kendilerini kale burçlarından aşağı attığı, kuduz fıkir ve gözü karalıkta ve cahil yığınları büyülemekte eşsiz bu adam, Şiiliğin Rahmanilikten Şeytaniliğe aktarma edilen, Bizans, Fars ve Yahudi kırması «İlhad-küfür»aksiyoncularının başında gelir.
İmam Cafer-i Sadık Hazretlerinin büyük oğlu İsmail’i son imam tanıdıkları için «İsmailiye» ismini alan, sadece 7 imam kabul ettiklerinden «Sebiyye- Yedicilik» diye adlandırılan ve zahir ölçülerini reddetmelerinden ötürü «Batınıyye» diye de yaftalanan bu fırka, Useyriler, Dürziler üzerinde dahi tesir sahibidir.
Gerisi, Hicri Onuncusu Asır başlarında, Şah İsmail Safevi’nin resmen Şiiliği ilan etmesiyle bu mezhebe yataklık eden ve başta Yavuz Sultan Selim, Osmanlı Padişahlarım bir hayli uğraştıran ve Anadolu topraklarına Aleviliği sokan Farslar… Fars tipi, İslamı yüceltmekte ve batırmakta iki ters istikamet sahibi mücerret bir istidat ifadesidir.