31 Mart 2012 Cumartesi

İran’dan gelen 860 kilo eroin ele geçirildi

İstanbul’da son yılların en büyük uyuşturucu operasyonu yapıldı. Bir yıl süren takibin ardından Bayrampaşa’daki adreslere baskın yapan Narkotik Şube Polisi 860 kilo eroin ele geçirdi. Uyuşturucunun son 7 yılda bir seferde ele geçirilen en yüksek miktar olduğu belirtildi. 20 kişi gözaltına alındı.

İstanbul Emniyet Müdürlüğü Narkotik Şube ekipleri iddiaya göre, bir yıl boyunca Hakkari Yüksekovalı bir aşirete mensup aile fertlerini uyuşturucu kaçakçılığı yaptıkları gerekçesi ile mahkeme kararı ile takibe aldı.

Takip altındaki şüphelilerin İran üzerinden yurda soktukları tespit edilen uyuşturucuyu İstanbul’a kadar getirip, buradan da Avrupa ülkelerine götürecekleri bilgisi üzerine operasyon için düğmeye basıldı.

Bir yıllık takibin ardından zanlıların belirlenen adreslerine dün eş zamanlı baskın yapıldı. Polisin operasyon yaptığı adreslerden biri de Bayrampaşa’daki bir depo oldu.

Yüksekova’dan geldi 

Yüksekova üzerinden İstanbul’a kadar getirilen ve Bayrampaşa’daki depoda biriktirilen uyuşturucunun başka araçlarla yurt dışına çıkarmak için hazırlık yapıldığı belirlendi. Yapılan aramalarda ele geçirilen uyuşturucuyu tartan polis paketler halinde 860 kilo eroinle karşılaştı.

Ele geçirilen eroinin son 7 yılda bir seferde ele geçirilen en yüksek miktar olduğu öğrenildi. Rekor miktardaki eroin operasyonu ile ilgili olarak gözaltına alınan 20 kişi içerisinde mal sahibi, organizatörler ve uyuşturucu sevkiyatım yapan taşımacıların da olduğu belirtildi.

Kaynak: Vatan-31.03.2012

Katar: ‘Irak hükümeti Sünnileri ötekileştiriyor’

Katar Başbakanı ve Dışişleri Bakanı Şeyh Hamad Bin Cassim Ettani, Irak’ta Şiilerin liderliğindeki hükümeti Sünnileri ötekileştirmekle eleştirdi. Şeyh Hamad, El Cezire televizyonuna verdiği demeçte, Irak’ın başkenti Bağdat’ta yapılan Arap Birliği zirvesinde ülkesinin düşük düzeyde temsil edildiğini, bunun Bağdat yönetimine bir “mesaj” olduğunu belirtti.

Katar Başbakanı, Suriye konusunda da Suriyelilerin, Devlet Başkanı Beşşar Esad rejiminin sert müdahalesine karşı kendilerini savunma hakkı bulunduğunu söyledi. Şeyh Hamad, muhalefetin silahlandırılmasını desteklediklerini kaydetti.

Öte yandan Katar Başbakanı ve Dışişleri Bakanı Şeyh Hamad bin Casim el-Tani, İran’ın nükleer tesislerine yönelik askeri bir operasyona karşı olduklarını ve Katar topraklarının bu amaçla kullanılmasına izin vermeyeceklerini açıkladı.

Kaynak: Yeni Akit-30.03.2012

Mazlumların sığınağı Türkiye

(ABDÜLKADİR KARAKAYA/Milat Gazetesi)   

Beşar Esad’ın bir yılı aşkındır katliam yaptığı Suriye’den resmi rakamlara göre 17 bin, gayri resmi rakamlara göre ise 30 binden fazla kişi Türkiye’ye sığındı. Bölgede yaşanan her katliam ve iç çatışmada mağdurların sığındığı ülke Türkiye oluyor.

Suriyedeki olaylardan kaçarak Türkiye’ye sığınan mültecilerin sayısı her geçen gün artıyor. Çadır kentlere yerleştirilen Suriyelilerin sayısı 20 bine yaklaştı. Öte yandan akrabalarının yanına sığınan ve kendi imkânları ile kalacak yer temin edenlerle Türkiye’ye sığınanların sayısının 30 bini geçtiği tahmin ediyor.

Ortadoğu, Kafkaslar ve Afrika ülkelerinden çeşitli nedenlerle ayrılan on binlerce mülteci ve göçmen ülke sınırları içerisinde yaşamlarına devam ediyor ya da Türkiye üzerinden Avrupa’ya geçiş yolları arıyor.

Son bir yıl içinde Türkiye’ye gelen mültecilerin çoğunluğunu Baas rejiminin katliamlarından kaçan Suriyeliler oluşturuyor. Suriye lideri Beşar Esad’ın zulmünden kaçıp, sınırdan geçerek Türkiye’ye gelen Suriye vatandaşları her geçen gün artıyor. Sayıları 20 bine yaklaşan Suriye vatandaşları Hatay, Gaziantep ve Kilis’teki çadır kentlere yerleştiriliyor. Suriyelilere çadır kentlerde barınma, yiyecek, sağlık, güvenlik, eğitim, ibadet ve diğer hizmetler veriliyor.

Osmanlı’da örnekler

Osmanlı İmparatorluğu’ndan bu yana Türkiye’ye birçok ülkeden ilticalar yaşanmıştır. Ruslara yenildikten sonra kaçıp Osmanlı’ya sığınan İsveç Kralı 12. Karl iltica örneklerinden en ilginç olanıdır. Uzun süre Osmanlı topraklarında kaldığı için “Demirbaş Şarl” lakabını alan 12. Karl’ı ele geçirmek için Rusya, Osmanlı topraklarına girmiş, iki devlet arasından Prut savaşı yaşanmıştır. Savaşın ardından yapılan Prut Antlaşması’na İsveç Kralının ülkesine sağ salim dönmesi ve buna Rusların engel olmamasını gerektiren bir madde konulmuştu.

Başka bir örnek de Macar Devlet Başkanı Lajos Kossuth ile Sultan Abdülmecid arasında geçmiştir. Macar Devlet Başkanı, Abdülmecid’e kendisi ve arkadaşlarına kucak açılabilme imkânı olup olmadığını sormuş, Sultan Abdülmecid mültecilerin kendi misafirleri olduğunu ve onlara bir zarar gelmesi yerine kendi tebaasından 50 bin kişinin kurban edilmesine yeğleyeceğine dair söz vermiştir. Bunun ardından 5 bin Macar ve Polonyalı mülteci Türk topraklarına iltica edince Ruslar, mültecilerinin verilmemesi halinde savaş açacakları tehdidinde bulunmuştur. Padişah Sultan Abdülmecid’in, büyük bir insanlık dersi vererek söylediği şu sözler tarihe geçmiştir: “Tahtımı veririm, başımı veririm. Fakat devletime sığınanları asla geri vermem.”

Cumhuriyet yılları

Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmasının ardından da Türkiye’de göçlerin adresi oldu. Rusya’da Bolşevik İhtilali’ndan sonra kaçan 65.000 kadar Rus, değişik bölgelerden kaçan Rum ve Ermeniler ile birlikte toplam 100.000 kadar insanın İstanbul’a sığındığı tahmin ediliyor.

İkinci Dünya Savaşı sırasında Hitler’den kaçan Yahudiler ve Almanlar, 1933′ten itibaren gidecek ülke ararken Türkiye’ye sığınmıştır. Alman mültecilerden çoğu, Türkiye Cumhuriyeti’nde özellikle üniversitelerde önemli görevler almıştır. Türkiye’ye sığınan yaklaşık bin Alman mültecinin üçte ikisi 2. Dünya Savaşı’nın bitiminden hemen sonra Amerika ve İngiltere’ye yerleşirken bir kısmı da Türk vatandaşı olmuştu.

Yakın dönem mültecileri

Bütün bu ilticaların sonucunda Türkiye 1980’lerin başından itibaren daha çok rağbet gören bir sığınma ülkesi olmaya başladı. 1979 İran Devrimi, ardından yaşanan İran-Irak Savaşı, Körfez Krizi, günümüze dek süren Irak işgali ve son olarak da Suriye’de yaşanan katliamlar Türkiye’ye mülteci akınına sebep olan başlıca olaylardır. İlk toplu mülteci akınlarını Ortadoğu’nun ve komşu ülkelerin baskıcı rejimlerinden kaçan insanlar oluşturur. Ülkeye göçen ilk kitlesel mülteci grubu ise 1979 İran Devrimi sırasında gelenlerdir. 1979 yılında İran’daki İslam devrimi sonrası binlerce insan Türkiye’ye kaçmıştır. İslam Devrimi sonrasında pek çok rejim muhalifi Türkiye üzerinden Avrupa’da iltica arayan gruplar haline dönüşmüştü.

1982 Sovyetler Birliği’nin Afganistan’ı işgal girişimi sonrası yaklaşık 4 bin Afgan Türkiye’ye göç etmiştir. Birinci Körfez Savaşı sırasında da Saddam’ın korkusuyla Türkiye’ye kaçan binlerce Kürt, burada kurulan mülteci kamplarında ağırlandı. En büyük mülteci grubunu ise Körfez Savaşı sonrası Türkiye’ye kaçmak Iraklılar oluşturdu. Savaş yüzünden ülkelerinden kaçmak zorunda kalan 460.000 Iraklı Türkiye’ye sığınmıştır. 1989′da 345.000 Türk kökenli Bulgar vatandaşı, 1992 yılında 25.000 Bosnalı ve 1999′da 10.000 kadar Kosovalının Türkiye’ye gelişi de diğer önemli kitlesel mülteci vakaları.

Son yıllar

2000’li yıllara gelindiğinde ise, uzun süre Rusya’nın zulmü altında kalan Çeçenistan’ın ayaklanmasıyla başlayan savaş ve çatışmalar sonucu güvenliklerini sağlamak isteyen ve Türkiye’den korunma talep eden yüzlerce Çeçen ülkemize göç etmeye başlamıştı. Rus-Çeçen savaşının başlamasının ardından göçe mecbur kalan yüz binlerce Çeçen’den 3000’e yakını çeşitli yollarla Türkiye’ye sığınmıştı. Kadın ve çocukların çoğunluğu oluşturduğu sığınmacıların yarısı Avrupa ülkelerine iltica etmiş ya da çatışmalar durduktan sonra ülkelerine geri döndü.

29.03.2012

İran yanlısı Maliki, Arap Zirvesine Türkiye’yi davet etmedi.

ARAP Birliği, Suriye ile ilgili bugün Irak’ın başkenti Bağdat’ta yapacağı zirveye gözlemci statüsüne sahip Türkiye’yi, Arap ülkesi ve üye olmadığı gerekçesiyle davet etmezken, AB Dış Politika ve Güvenlik Komiserliği’nden Pierre Vimont resmen davet edildi.

AB yetkilileri Vimont’un toplantıya katılacağını açıkladılar. Türkiye Kasım 2011’de Mısır’ın başkenti Kahire’de yapılan ve Suriye’ye karşı birçok yaptırım kararının çıktığı Arap Ligi Dışişleri Bakanları toplantısına katılmıştı. Bu toplantıda Türkiye’yi Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu temsil etmişti.

Türkiye’ye davet gönderilmemesinde, toplantıya ev sahipliği yapan Irak’ın Başbakanı Nuri El Maliki ile Ankara’ya “Arap dünyasının işine çok karışıyor” diye eleştiride bulunan bazı Arap ülkeleri karşı çıktı. Arap Birliği Genel Sekreteri Nebil El Arabi’nin de bir görüş belirtmeyerek, Türkiye’nin toplantıya katılmasına sıcak bakmadığı belirtildi. Türkiye ile birlikte, ilişkilerin askıya alındığı Suriye ve Arap ülkesi olmadığı gerekçesiyle İran’da Bağdat’a davet edilmedi.

Zirve öncesi dün yapılan Dışişleri Bakanları toplantısında, Suriye’nin kabul ettiğini açıkladığı BM Özel Temsilcisi Kofi Annan’ın planının nasıl uygulanabileceği ele alındı.

Kaynak: Hürriyet-29.03.2012

İsrail’in Kadima Partisinin başına İran asıllı lider geçti

İsrail’de 3 yıl önce iktidarı kaybeden ana muhalefetteki Kadima Partisi liderlik koltuğuna Şaul Mofaz’ı seçti.

İran doğumlu olan eski Savunma Bakanı Mofaz önceki günkü seçimde rakibi eski Dışişleri Bakanı Tzipi Livni’yi yüzde 61. 7′lik oyla yendi.

Batı Şeria’daki işgal ve Yaser Arafat’ı ölüme götüren kuşatmanın mimarı olarak görülen Mofaz, Ekim 2013′teki genel seçimlere kadar yol haritasının hazır olduğunu ve Başbakan Benyamin Netanyahu’yu koltuğundan edeceklerini söyledi. Fakat anketler Kadima’ya fazla şans tanımıyor.

Kaynak: Radikal Gazetesi-29.03.2012

Suriye-Lübnan: Her şey yeni başlıyor

(ARDAN ZENTÜRK/Star Gazetesi)

Star gazetesi yazarı Ardan Zentürk, Suriye’nin ardından Lübnan’da da bir Şii – Sünni çatışmasının başlamasının kaçınılmaz olduğunu yazdı. Zentürk kışkırtmanın İran ve Suriye tarafından yapıldığını anlattı. 

Beyrut’un kuzeyine doğru yol aldığınızda, Suriye sınırı öncesinde Trablusşam’a ulaşıyorsunuz. Burası, insanı, Suriye’deki Beşar el-Esed rejimine karşı savaşan Özgür Suriye Ordusu’nun bayraklarıyla karşılıyor. Trablusşam, Lübnan’daki Sünni Müslümanlar’ın yaşadığı bir kent ve Sünniler, Suriye krizinde saflarını isyancıların yanında tutmuş durumdalar. Bu, bir gün önce gittiğim güneydeki Sur kentinin tam aksi bir görüntü. İsrail sınırının hemen yanındaki Sur, Şii nüfusu ve İran’ı andıran görüntüleriyle dikkat çekiyor. Sokakları Hizbullah’ın bayrakları ve Hasan Nasrallah gibi Lübnanlı Şii liderlerin veya İran’ın dini lideri Ali Hamaney’in posterleriyle süslü.

Bir ülkenin en kuzeyindeki kent ile en güneyindeki arasında bu ölçüde sert bir siyasi farklılığın olması ürkütücü…

Lübnan gözlerini Suriye’ye dikmiş, kendi geleceğini bulmaya çalışıyor.

Lübnan’a sıçraması kaçınılmaz…

Akdeniz’in bütün güzelliklerini barındıran bir Beyrut akşamında, kentin Osmanlı’dan kalma tarihi Saat Kulesi’nin yakınındaki bir cafe’de karşıma oturan “yetkili”, Lübnan için acı gerçeği şu sözler ile ifade ediyor: “Suriye’de kim kazanırsa kazansın, burada birisi kaybedecek. Beşar kalırsa Hizbullah güçlenecek, yıkılırsa, Sünniler güçlenecek, Hizbullah köşeye sıkışacak… Ama sonunda mutlaka biri diğerini tam olarak etkisiz hale getirmeye çalışacak…”

Oysa Beyrut 1975-1990 yılları arasındaki “sivil savaşta” 150 bin insanını kaybetmiş, yaralı bir ülkenin kendini yeniden bulmaya çalışan, eski parlak günlerine dönme işaretleri veren keyifli bir başkenti… İnsanın etrafındaki ailece yemeğe çıkmış insanların içinde muhtemel bir silahlı iç hesaplaşmadan konuşuyor olması da rahatsız edici…

Kışkırtma Beşar ve Tahran’dan geldi…

Suriye muhalefetinin hızla silahlanarak Beşar el-Esed güçleriyle askeri hesaplaşmaya girmesi belli ki Lübnan’da derin etki yaratmış… “Yetkili”nin şu iddiası ise çok önemli: “Eğer muhalefet bir sivil direniş olarak devam edebilseydi Beşar köşeye daha çok şıkışacaktı. Bunu bildikleri için büyük komplo hazırladılar. Suriye direnişine ilk silahları Tahran ve Şam’ın bilgisi dahilinde Hizbullah sattı. Bu silahların kullanılması ise Beşar’a ordusunu kullanma şansı verdi. Rusya da aynı makamdan çalıyor ve silahlı direnişin olduğu yerde yasal yönetim bunu yapar, normaldir diyor. Keşke muhalefet Hizbullah kaynaklı bu tuzağa düşmeseydi… Şimdi hem kan akıyor, hem de Beşar manevra alanını genişletiyor…” 

Batı Asya (Ortadoğu) böyle bir yer… Kimin eli kimin cebinde belli değil…

Geriye dönülmez yol… 

Beşar el-Esed’in katliam gerçekleştirdiği Bab Amr’ı ziyaret etmesi…

Aynı gün Kofi Annan’ın “barış planını” kabul ettiğini açıklaması…

Lübnan’da samimi karşılanmayan iki adım olarak kalıyor. Çünkü Suriye içinde nelerin yaşandığını Lübnan dakika dakika izliyor ve yaratılmaya çalışılan görüntüye karşın kanın oluk oluk aktığı bir ülkeden söz ediyoruz.

Beyrut’taki ofisinde görüştüğüm Lübnan Cemaat-i İslami Genel Başkanı İbrahim Masri’ye göre aslında bölgede her şey yeni başlamış durumda. Artık Suriye’de Beşar’lı bir çözüm için çok geç. Bu kadar kan ve katliamdan sonra Suriye muhalefetinin Şam yönetimi ile bir masaya oturması ise imkansız… Masri,”Beşar gidecek. Mühim olan onun gitmesinden sonra Suriye’de istikrarın sağlanması ve demokrasinin kazanmasıdır.”diyor.

Kabul edelim, çok riskli günlere adım adım yaklaşıyoruz…

29.03.2012

Üstad Necip Fazıl’ın kaleminden 'Şiilik'

Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in, “Doğru Yolun Sapık Kolları” adlı eseri 1978′de kaleme alınmıştır. Üstad bu eserinde akıcı bir dille başta Şiilik olmak üzere, İslamiyetin sapık kolarının nasıl oluştuğunu anlatmaktadır. Bu eserle doğru bilinen bir çok yanlış tekrar gözden geçirilmektedir.

Yahudi dönmesi İbn-i Sebe’nin İslamiyete yaptığı en ağır kötülükleri ve dini saptırma çabalarını, İbn-i Sebe’nin kurnazlık ve hile ile yaptığı faaliyetleri okuyacak, ardından Şiiliğin asıl maksadının ne olduğunu, Şiiliğin dindışı sapkın bir kol olduğunu, tarihte Şiiliğin nasıl kök budak saldığını, Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in kaleminden okuyacaksınız.

İbn-i Sebe

Baş örnek (prototip) Yahudi İbn-i Sebe Hazret-i Osman devrini tam da kendi mel’anet (strateji)sine uygun bir zemin kabul edip sağ ve sol aşılamalarını sürdürürken bazı büyük Sahabilerin tam ayarlı hakikat görüşlerini de ilerideki ifrat tecellilerini kollayarak destekliyor, öbür taraftan da Hazret-i Ali’yi mübalağa yolunda mecnun hayallere zemin hazırlamayı ihmal etmiyordu. Mesela, ileri derecede Sahabilerden ve servet sahiplerinden Talha, Abdurrrahman İbn-i Avf, Abdullah İbn-i Ömer gibilerin en doğru görüş olarak:

-  Zekatı verilen mal, saklanmış ve hareketsiz bırakılmış olsa da bir toplama ve biriktirme ifade etmez.

Zekatı verilmeyen mal ise meydanda ve harekette de olsa toplama ve yağma fiilini belirtir. Şeklindeki ölçüleri, işi, isabetli, fakat vecd dışı bir telakkiye sürükleyebileceği için, Kur’an ve ayarı bozmak isteyen fırsatçıları memnun ediyordu. Onların işine gelmeyen Ebuzer Hazretlerinin teslimeyette daima fazlaya kaçan ruhuydu. Nitekim Ebuzer bir gün kendi davasına karşı Hazret-i Osman’ın şu sözlerine muhatap oldu.

- Ya Ebuzer; halkı züht ve takva yolunda baskı altına almak hikmete uygun düşmez. Benim üzerime düşen, Allahın emirleriyle hükmetmek ve halkı adalet ve itidal dairesinde bir güdüme bağlamaktır. Bir emrin fazlasını yapıp yapmamakta insan serbesttir.

Ebuzer mukabele etti:

-  Zenginler paralarını dağıtarak mürüvvet ve sadaka göstermedikçe biz onlardan razı olamayız!
Orada hazır bulunan Kaab-ül Ahbar şöyle bir laf edecek oldu:

-  Farz borcunu ödeyen, vazifesini yerine getirmiş olur! Ebuzer parladı

-  Behey Yahudi oğlu! Sen kim oluyorsun ki, böyle bahislere burnunu sokabiliyorsun? Ve elindeki asayı Kaab’ın başına indirdi. Kaab yaralandı ve halifenin ricası üzerine Ebuzer’i bağışladı ve onu kısastan kurtardı.

İbn-i Sebe’, Ebuzer Hazretlerine el atmakta gecikmedi. <<Allahın malı>> tabiriyle <<Müminlerin malı>> arasında herhangi yersiz ve nefsani bir tefsire yol arama ve bir ayrılık kapısı açmak için Şam’da, Ebuzer’e dedi ki:

-  Muaviye’ye şaşmıyor musun? <<Allahın malı>> tabirinin kullanıyor! Gerçekten her şey Allahındır; fakat <<müslümanların malı>> tabiri muamelede esas iken <<Allahın malı>> demek acaba niçin ve ne maksadla?… Yoksa hazinenin serbetiyle müslümanlar arasından alaka kesiciliğe doğru mu gidiyor?

-  Ebuzer <<Suret-i Hak>>tan görünen bu telkin karşısında ürperdi; bu laflardan ilahi kudreti nefsani menfaat uğrunda istismara yeltenici bir idare ölçüsüne ait tehlikeli bir mana kokladı ve hemen Muaviye’nin huzuruna çıktı:

-  Öyle mi? Sen devletin müslümanlara ait parasına <<Allahın malı>> diyormuşsun; öyle mi?

-  Yanlış mı, mal Allahın değil mi?

-  Her şey Allahın; fakat senin idarendeki mal, Allahın müslümanlara ait olarak sana verdiği değil mi?
Muviye, aşk ve heyecan içinde kaynayan , fıkırdayan Ebuzer’i sakinleştirmek için her zaman ki büyük zekasıyla şu (formül)ü buldu:

-  Peki, bundan sonra <<müslümanların malı>> derim. İbn-i Sebe’, adım başında ruhları bulandırma yolunda.

İbn-i Sebe sahnede

Önce kendi peygamberine ihanetle işe başlayan, derken İsa dinine türlü maverai hezeyanlar aşılayan bir insan soyu vardır. Bu soyun İslam karşısından (prototip) denilen baş örneği de İbn-i Sebe’… İçi ve dışıyla numunelik yahudi…

Hazret-i Osman devrinde güya Müslüman… Eski adı İbn-i Sevd… Şimdi Abudullah ibn-i Sebe’…
Dilek ve tutumları dini olmaktan ziyade siyasi olan bu din vecdinin kabuk tutmaya başladığı zemin üzerinde vücut bulan ilk <<Harici>>ler – ki asıl Haricilerin Hazret- i Ali devrinde peydahlandığı iddia edilirse de kökleri Osman zamanından -tohumlarını İbn-i Sebe’ elinden almış ve teşekkül devresinde ağaçlarını yine İbn-i Sebe’ eliyle geliştirmiştir.

Hiçbir fevkaledeliğe inanmamak şekliyle hem kör mantık, hem de fevkaladelikleri deli hayallerine vardıracak derecede mübalağa dehası İbn-i Sebe’ iki başlı yılan seciyesini şu iki cins telkinle göstermeye koyuldu:

- Ali, Allah Resulünün vasisi (vasiyetine sahip) dir. Nitekim nice peygamberlerin böyle vasileri olmuştur. Halifelik, vesayet hakkı bakımından Ali’ye düşer. Osman bu hakkı ondan gaspetmiştir!

Bu, güya mantık… Bir de İlahi iradeyi keyfine göre istismar gibi, hiçbir mantık ve kıyasa uymaz bir iddiası var:

-  Hazret-i İsa’nın tekrar dünyaya döneceğini biliyoruz. Ya niçin Allahın Resulü dünyaya dönmesin? Allah Kur’anında, Resulüne <<Seni döneceğin yere döndüreceğiz!>> demiyor mu?…

Başlangıçta fısıltı ve fert fert avlama dairesinden dışarıya çıkmayan ve henüz meydan yerine sızmayan bu şüpheci telkinler, kendisine, kulak asanlar bulduğu halde, şiddetle mukavemet ve mukabele edenlere de rastladı. Saffetli müslümanlar bu telkinlerden incindi. Yahudiyi Basradan kovdular.

Küfe’ye geçti. Aynı telkinler… Orada da dikiş tutturamadı.

Derken Şam… Muaviye’nin bir hükümdar edasiyle emanetinde bulunduğu belde… Ne yapsın? Bu defa Ebuzer’i kışkırtma yoluyla, ittika maskesi altında Emir’in nüfuzunu körletmeye kalkışabilir.Öyle yaptı, fakat Hazret-i Muaviye’nin deha çapında idareciliği sayesinde fitnesini daha ileriye vardıramadı.
Şam’da yüksek Sahabi ve din alimlerinden Ebu Derda ve Ubade Bin Samit’e bulaşmaya davrandı. Anlayış ve sezişte mükemmel Sahabiler tabiyeyi farketmekte gecikmediler ve yahudiye yüz vermediler.

İbn-i Sebe’ Şama kapısını zorlayamayacağını anladı ve kendisine başka dayanaklar ararken Muaviye’den emir geldi:

-   Şam’dan çıkıp gitsin! Şam’dan dehlenişi şöyle oldu:

Ubade Hazretleri yahudinin telkinlerine kapılmak şöyle dursun, onu kulaklarından tuttuğu gibi Hazret-i Osman’ın huzuruna çıkardı:

-   İşte, Ebuzer’i sana musallat eden bu adamdır! Yani:

-  Gözünü aç! Kah hakka karşı, kah hak kisvesi içinden görünüp İslam ruhunu tahrip etmekte bu adamın yapmayacağı yoktur! Herkesi damarına göre kışkırtmakta bir tane…

Artık o, karargahını Kahire’de kurmuş, Basra ve Küfe’de yakınlarıyla haberleşme ve helalleşmede…

Fitne

Allah Resulünün <<Refik-ül Ala>>ya, <<Yüce Dost>>a kavuştukları tarihten 21 yıl sonra, Ebuzer hazretlerinin de 80 küsur yaşında Yüce Resul’e kavuşması arkasından Basra, Küfe, Şam ve Kahire halkası üzerinde Medine’ye doğru akmaya başlayan fitne seli gittikçe kabarmaktadır.

Karada İranlılar, hem kara ve hem denizde Bizanslılarla edilen cenkler İslam kuvvetlerine zafer üstüne zafer kazandırmakta, Kisra sülalesi son bulmakta ve bir deniz devleti olan Bizans, Mısır ve Suriye donanmalarının çemberi içinde sulara gömülmektedir. İslam açık denize çıkmıştır.

Onu, için için dişleyen güveler de faaliyetlerini arttırıyor ve bir zamanların merkezden gelen kudreti şimdi muhit üzerinde her an biraz daha mecal kaybına uğruyor. Bu, motor kuvveti azalan bir lokomotifin <<mikdar-tacil>> dedikleri ilk hızıyle yol aldığı manasınadır ve ilk hız tükenip iş ruh motoruna kalınca neticenin nereye varacağı mechuldür.

İbn-i Sebe’ Kahire’den bugünün radyo ve telsiz dalgalarından daha nüfuzlu propaganda mevcelerini her yana sala dursun… Basra, Küfe, Şam ve Kahire halkası, o netameli zencir, İbn- i Sebe’ eliyle şangırdatılmakta:

- İslam bunca fetihleri içinde gaye ve idaresi bakımından yetersiz ellere geçmiştir! Osman aile yakınlarını herkesten üstün tutuyor ve onları en yüksek makamlara kayırıyor. Ehliyet ve liyakate değer vermiyor! Bu gidiş kötü!… Onu önlemek lazım…

Dış yüzünden halka dayanıyor gibi görünen bu belirtiş eğer Ebuzer misali saffet ve samimiyet örneği bir hak adına Hazret-i Osman’a yöneltilseydi tesiri ve kıymet hükmü bambaşka olurdu. Fakat gayesi İslamı ihya yerine imha olan ve sırf bahanesi diye ele alınan bir üsluba dayanınca doğrudan doğruya bozgunculuğa alet oluyor ve Halifenin sadece şahsını hedef alıyordu.

Basra, Küfe, Şam ve Kahire halkası üzerinde yılan kavi dalgalanan, kuyruğu Basra’da ve başı Kahire’de fitne, bu yerlerde hep Hazret-i Osman’ın ailesinden ve Emevi hanedanından Emirler bulunmasına rağmeni onların bu cereyanı önlemekteki becerisizlikleri yüzünden kösteklenemiyor. Üstelik bu yeni Emirlerden çoğu genç ve saltanat düşkünü… Rahatlarını bozamıyorlar. İçlerinde şarap içen ve bizzat Hazret-i Osman tarafından içki cezasına çarptırılanları da var… Hatta İslamdan dönüp sonradan yine İslama sığınanları bile…

Böyleleri değiştiriliyor, fakat yerlerine yine <<Ümeyye>> soyundan kimseler getiriliyor. Sahabiler arasında birçoğu da, boyunları bükük, manzaraya ibretler bakıyor ve en küçük çapta olsun, halifeye baş kaldırmayı düşünmüyorlar…

Hasılı, masum, mahzun ve soyuna meftun Hazret-i Osman devrinde kadro zaafı, hususiyle fetihlerin üstüste şahlandığı ve kıtaların İslam eline düştüğü böyle bir hengamede açıkça göz planına çıkmış bulunuyor.

Artık İbn-i Sebe’ kurmaylığındaki fitne stratejisinin takip edeceği yol, bir tepeden seyredilircesine, bütün kıvrımlariyle meydandadır.: Osman’ı tasfiye vesilesiyle İslam yekparelik be bütünlüğünü parçalamak…

Her taraf Ali’ye karşı

Hicretin 33. yılında ekilmeye başlayan İbn-i Sebe’ tohumları tam iki yıl sonra, 35. yılda ilk mahsulünü vermiş ve Hazret-i Osman şehid edilmiş bulunuyor.

Hazret-i Ali’nin nasıl halifeliğe geçtiği malum… Asıl bundan sonradır ki, doğru yolun ilk sapık kolu açılacak ve İbn-i Sebe’ marifetiyle, siyasi bir ayrılığa itikadi bir mezhep ihtilafı yamanacaktır.

Osman’ın şehadetinden sonra, Hazret-i Ali’ye biy’at sırasında, Sahabilerin en büyüklerinden Talha ve Zübeyr, bir tereddüt anında, Halife namzedinden şu teklifi almışlardı:

-  Bana biy’atten çekiniyorsanız ben size biy’at edeyim! Talha ve Zübeyr de:

-  Hayır, demişlerdi; biz sana biy’at ederiz!

Böylece Medine’de biy’at tamamlanmıştı.

Halbuki, <<Cennetle müjdelenmiş 10′lar>>dan bu çifte sahabi, bir müddet sonra <<Cemel>> vakasında Hazret-i Aişe’nin etrafında Ali’ye karşı harekete geçerken güya demişler ki:

-  Biz can korkusundan Ali’ye biy’at ettik!

Bu ve bundan sonraki noktalarda bir müslüman için iyiyi kötüden ve doğruyu yanlıştan ayırd edebilmek için en nazik bir <<kıstas-ölçü>> zemini açılıyor.

Derin ve gerçek mümin gözünde hiçbir Sahabi, o Nur’u görmüş ve ruhuna nakşetmiş olan hiçbir fert, ihlas ve samimilik yoksunu olamayacağına göre, bazı zaif kaynaklardan gelen bu rivayetin yine İbn-i Sebe’ muhitinden çıkmış olduğu şüphesizdir. Sahabiler arasında bazı ayrılıklar, herbirinin samimiyetle inandığı bir görüşten ileriye geçmez ve her tarafı kendi görüş makamında haklı bulucu bir içtihad meselesi olarak kalır.

Evet; Cemel vakası, o hazin oluş!… Bu vakayı, içinde dolaylı olarak İbn-i Sebe’nin parmağı bulunmakla beraber <<doğru yolun sapık kolları>>ndan biri sayamayız. Onu takip eden <<Sıffın>> hareketi gibi, Cemel’i de, Sahabiler arası bir içtihad ayrılığı, Yahudi nefesinin kirletmeye yeltendiği yeni hava içinde büyüklere düşen ayrı anlayış ve davranışlardan biri kabul edebiliriz.

Böylece Cemel ve Sıffın hadiselerini ana mevzumuzun uzağında görüyor, kısa geçiyor; ve onlarda, ilk sapık kolun ismi olarak meydana çıkan <<Sebeiyye>> payına işaret etmekle yetiniyoruz.

Evet, artık <<Harici>> zümresi ve <<Sebeiyye>> mezhebi, isimde ve kelimede tam bir belirtiye kavuşmuştur.

Herşey Osman’ın kanını dava etmek ve suçlularını cezalandırmak meselesinden doğuyor. Hazret-i Muaviye Şam’da bu meseleyi kılıçla hall ve tesviyeden başka çare göremez ve bir ordu tertiplerken, Hazret-i Aişe, Talha ve Zübeyr ve başka Sahabilerce harekete yöneltilmiş bulunuyor… Allah Resulünün dirayet ve zerafet timsali muazzez zevcesi, deve üstünde, kapalı bir mahfe içinde ve Talha, Zübeyr ve başka Sahabilerce korunmuş vaziyette…

Halifeliği zamanında Osman’ın idare şeklini asla doğrulamamış olan Hazret-i Aişe, şimdi onun kaatillerini cezalandırmak için nasıl ve ayrıca ne sebeple Hazret-i Ali’ye karşı çıkıyor, hangi saik yüzünden bazı büyük Sahabileri yanında görebiliyor ve Muaviye hesabına son derece mantıklı olan böyle bir harekete, sorumlular arasında öz kardeşinin bulunmasına rağmen nasıl kıyam edebiliyor?…

Bu, akıl sır ermez suallerin, gerçek İslam ve şeriat ölçüsüyle cevabını verebilmiş hiçbir kaynak mevcut değildir. Kat’i olan şudur ki, <<akıl, sır ermez>> teşhisinden sonra, meseleyi daha fazla kurcalamanın lüzumsuzluğuna hükmetmek, arada tecavüz etmekten kaçınılması gerekli bir hudut noktası olduğunu bilmek ve keyfiyeti Allah’a havale etmek şart…

Hazret-i Osman devrinde, Allah Resulünün gömleğini ve mübarek kıllarını gösterip: – İşte gömleği ve kılları!… Onlar eskimedi, fakat şeriatı eskitildi!

Diyen Müminlerin annesi, şimdi peşinde Emevilerden bir topluluk, ayrıca saflar arasında fikir ve gaye bakımından dağınıklık, Basra yolunda ilerliyor.

Şia-Şiilik

Haricilikle at başı giden, beraberce yürüyen, hangisinin önce olduğu ve tesir veya aks-i tesir aldığı belli olmayan, o da türlü kollara ayrılan ve nihayet devletleşmiş bulunan bu mezhep, itikadi bir dalalet mektebi olarak, «Doğru Yolun Sapık Kolları» arasında, belirttiği yaygınlık noktasından, bazı örnekleriyle başlıca uçurum koludur. Haricilik dış yüzler üzerinde akamet mantığı müessesesiyse , Şiilik, iç yüzlere dönük ve selim aklın her desteğinden mahrum, bir sınır bozuculuk ve insanı şeytani çapta yüceltme ve putlaştırma kuruluşudur.

Şiilik, «Beyt Ehli-Peygamber Evinin kadrosu»na üstünlük tanıma noktasından temayülünü Hazret-i Osman’ın Halife seçildiği zamana kadar gerilere götürse de gayet tabii olan bu sevginin itikat hududunu zorlayıcı, bazen de yıkıcı şekilde mübalağalara vardınlması, Hazret-i Ali devrinde başlar ve bu felaketin tohumları, Haricileri de geriden körükleyici İbni Sebe eliyle atılar.

Yahudiliğin özü ve Haricilikle beraber Şiiliğin mayalandırıcısı bu tarihi şeamet heykeli, Hazret-i Ali’ye:

-  Sen Allah’sın!

Demeye kadar gitmiş ve korkunç küfrüne karşı ateşte yakılması emri verilince de:

-  Demedim mi, insanlan yakmak yalnız Allah’a mahsus olduğuna göre, Allah olmasaydın bu emri vermezdin.

Diye mukabele etmiştir.

Doğruluk derecesini bilmediğimiz bu rivayetin mutlak doğru tarafı İbn-i Sebe ekferinin Hazret-i Ali’ye ilah gözüyle baktığı ve bu görüşünü açıkladığı, Hazret-i Ali’nin ise hiçbir insanı şeriatte haram olan bir cezalandıma şekliyle ölüme sürmeyeceğidir.

İbn-i Sebe bu sert davranış üzerine Hazret-i Ali muhitinden kaçtı ve tohumlarını her tarafa serpmeye koyuldu. Ve yığınlara açıkça kabul ettiremeyeceğini bilmesine rağmen, İslamda ilk ciddi rahneyi açıcı, Hazret-i Ali’ye insan üstü bir hüviyet verme ve onu, hatta Kainatın Efendisine takdim etme dalaletini tohumlandırmış oldu

Öyle ki, Şii sınıf, Cebrail’in şaşınp da vahyi Hazret-i Ali yerine Resule götürdüğü hezeyanına kadar vardı.

Her karşılığın müstağni kaldığı ve hiçbir cinnet nevinin eşine rastlanmadığı bu gibi hezeyanlara rağmen, Şiiliğin, Hazret-i Ali’yi mübalağayla sevmek ve halifelik hakkını onda ve sülalesinde görmek, diğer üç büyük Sahabiyi de küfürle suçlamamak şeklinde sınırlı ve itidalli Şiiliğe küfür kondurulamaz ve böylesi bazı sapıklıkları olsa da «Kıble Ehli»sayılır.

Nitekim «Şii» adını Hazret-i Hüseyin’in misilsiz bir şenaat üslubu içinde şehit edildiği Kerbela vak’asından sonra alan ve nihayetlerine kadar Emevilere düşmanlıkta devam eden Hazret-i Ali taraflıları, o güne değin bir şahıs ve aile imtiyazı üzerinde sadece hissilik belirtirken, ileriye doğru itikadi manada mezhepleşmiş, binbir parçaya ayrılmış, bir kısmiyle de ismine «Gulat- aşırılar» denilen bölümlere ayrılmıştır.

Üç ana şube:

GALİYE: (Gulat-aşırılar)

Bu şube ayrıca 15 bölümlü.

RAFIZA: (İlk iki Halifeyi reddedenler) Bu şube de 24 fırka.

ZEYDİYE: ( Rafızaya karşı çıkanlar)

Bunlar da 6 kısım.

Görülüyor ki, sayılabildiği kadarıyla 45 kollu bir «Şia-Şiilik» hareketi İslam’ın ilk asrında başını almış gidiyor.

Şiilerin her ölçüyü devirici ve çiğneyici azgınlar ve aşırılar sınıflarını kasdederek kaydedelim ki, aynı hal, babasız hak peygamber Hazret-i İsa’dan sonra da meydana gelmiş ve bir yahudi eliyle bozulan İsevilik, yüce Resulü Allah’ın oğlu diye İlan etmişti.

Bu şeytani mübalağa belası, en küçük dereceden en üstününe ve nihayet erişilmez olanına kadar topyekun tarihe ve insanoğluna musallattır.

Şiilik etrafında

İkinci bin yılın yenileyicisi İmam-ı Rabbani Hazretleri -ki bugün onun açtığı devre içinde ve o devrenin ortasındayız- Şiiliği ve kollarından «Rafıza»yı, Alevilik tabirini de ekleyerek sapıklıkların en korkunçlariyle vasfeder ve belli başlı şubelerini tek tek sayarak, Hazret-i Ali’ye uluhiyet konduran dallarına kadar belirtir

«Tutan; bir şahsı mübalağayla tutan» manasına Şiilik ve onun neticede aynı, fakat tespitte tersinden, «Bırakan» anlamında Rafızilik, biri Hazret-i Ali’yi sınırının üstüne çıkarmak, ikincisi de yüksek Sahabileri düşürmek hedefinde toplanır ve Aleviliği de kelime farkıyla içinde taşır. Bu şekilde hulasa edilebilecek olan Şiilik yolunun ayrıca kaydettiğimiz Rafızilikten başka kolları, dalları ve onların da kolları ve dalları, bir sürü… Hak nasıl bir, batıl da sayısızsa, Şiilik batılının da bölümleri öyle; ve sayısız batılını ilan etmekte. Sapıt sapıtabildiğin kadar!… Bu bölümleri teker teker ele almaya lüzum görmüyor ve hangi inanışın hangi kola ait olduğunu belirtmeden, ifrattakilerin hepsini birden Şiilik ve Alevilik dairesine alarak gösteriyoruz.

En başta İbn-i Sebe kolu olarak Haricilerden başlayıp Hazret-i Ali’nin hilafeti boyunca süren ve Şillik mektebinin temelini kuran cereyan… Hazret-i Ali’yi ilah ve Cebrail’i yanılmış bilenler… (Bu rivayet İmam-ı Rabbani Hazretlerinin tasdikinde olduğuna göre, vaki…)

Büyük imameti, yani devlet reisliğini, Hazret-i Ali ve soyundan kabul edip, başkalarını o makama müstehak görmeyenler ve Peygamber soyu haklarının gaspedilmiş olduğunu iddia edenler.

«İsna Aşeriyye» adı altında Hazret-i Ali soyundan «12 İmam» nazariyesini güdenler ve hepsini birden insanüstü sayanlar… Bu imamlardan onikincisi, nazarlarında gaip ve son zamanlarda zuhuru bildirilen Mehdi’yi temsil etmekte…

«Tenasuh»a, ölümden sonra ruhun başka cesetlere hululüne inananlar; Allah’ı insan şeklinde hayal edip zamanla yıprandığını, yalnız yüzünün kaldığını, ruhunun da Ali’ye geçtiğini öne sürenler Herşeyi batına, içyüze bağlayanlar ve zahire, dış yüze ait bütün yasakları ve emirleri inkar edenler…

Hazret-i Ali’nin öldürülmediğini, ölmediğini, yerine şeytanın öldürüldüğünü ve onun göğe kaldınldığını, bulutlarla sarılı olduğunu, «şimşek onun kamçısı ve gök gürültüsü sesidir!» iddiasında bulunanlar… Dünyanın en galiz teşbihiyle, Allah’ın Resulünü, iki karganın birbirine benzediği kadar Hazret-i Ali’ye benzetip Vahy meleğini bu yüzden şaşırmış ve Kur’anı Ali yerine Peygambere indirmiş sananlar…

Hazret-i Ali’yi ilah kabul ettikten sonra, onun, Peygamberi Resul olarak gönderdiğini fakat Resulün insanları Ali’ye bağlayacağı yerde kendisine bağladığını iddia etmeye dek gidenler…

Daha neler ve neler!… Başıboş hayalin en süfli madde ve fiilden çizebileceği nispetleri en ulvi mana ve hakikate yakıştıranlar ve sakat hayal ile sıhhatli hakikat görüşü arasında hiçbir mizana sahip bulunmayanlar…

Geniş ve toplu teşhis dairesi içinde Şiilik budur; ve onlardan «mutedil» diye sıfatlandırdığımız, Hazret-i Ali’yi «tafdil-üstün tutma» yolunda olsa da büyük Sahabileri tasdik; ve Allahı, Resulünü, Kitabını ve şeriati doğrulayanlar müstesna, gerisi, «El-küfrü milletün vahide – Küfür tek bir millettir!» hükmü altındadır.

Tefessüh ocağı Bizans’ın vecd kurutuculuğu, hayal puthanesi İran’ın ölçü bozuculuğu ve Hazret-i Musa’dan beri bütün bu nefsani ve şeytani fakültelerin başlıca işleticisi Yahudi dehasının tesiriyle İslamda ilk defa büyük sapık kol Şiilik, o gidişin ismidir ki, Haricilerin kurduğu sığ ve kaba küfre dayalı baş kaldırma zemini üzerinde yüzde yüz mecnun ve hiçbir tartışmaya değmez itikadi hastalıklar kapısını açmış, kendisinden sonra gelenler üzerinde daima aşısını göstermiş ve ileride, çok ileride -belki bugün- arınmasını bekleyen hak dinin hiçbir devrinde tam kapatılamayan yarası olmuştur.

Devletleşen Şiilik

Kol kol, isim isim üzerlerinde durmaksızın ve bağlı oldukları şahısları göstermeksizin, itikat şekilleri halinde kısaca çerçevelediğimiz Şiilik, bazı ellerde birtakım huruç hareketleri kaydettikten sonra, çoğunda olduğu gibi sahiplerinin ismini taşıyan bir şube olarak Hicri Üçüncü Asırda, Irak taraflarında ve «Kıramıta» ismi altında bir devletçik kurdu. Şiiliğin en mecnun kolu İsmailiyeden bir dal olan Kıramıta topluluğu bir asır kadar kendi havzasında hükümranlığını sürdürdü, Sünnet ve Cemaat ehline yapmadığı zulüm bırakmadı; Mekke’yi bastı, binlerce hacıyı kılıçtan geçirdi ve «Hacer-i Esvet»i söküp Irak’a götürdü. Hicri 378 yılında ortadan kaldırıldı.

Ayrıca Mısır’da Fatımiler…

Şii kollarından asıl devletleşebilen ciddi örnek, (Hicri 473) Hasan Sabbah isimli bir mecnunun bayrağını açtığı doğrudan doğruya İsmailiye, bir ismiyle de Batınıye şubesidir.

- «Cevizin içiyle kabuğu gibi Kur’an’ın bir batını (içi), bir de zahiri (dışı) vardır. İş batındadır ve zahirdeki emirler ve yasaklar vardır. Batına bağlananlar murada zahmetsiz ve eziyetsiz erer. Haram diye bir şey yoktur ve her şey helaldir. Şeriat sahibi Peygamberler yedidir; bunlar Adem, Nuh, İbrahim, Nusa, İsa, (M…) ile altıya ermiştir; yedincisi ise Mehdi’dir ve gelecektir. Allah vardır, alimdir, kudretlidir!»

Ve tespitinin bile kaleme giran geleceği daha neler!.. Mesela:

«-Kadın, adetten sonra namazını kaza etmez de orucunu kaza eder, nasıl olur? İdrar meniden daha pisken guslü gerektirmez de öbürü gerektirir, niçin? Bazı namazlar ne yüzden 4 rekat da bazıları 3 veya 2?..»

Ruh emrine basit bir ölçü aleti olan aklın hangi sapıklığa kadar memur edilebileceğini göstermekte eşsiz bir (manyak) olan Hasan Sabbah, İran’ın meşhur nasipsiz şairlerinden Ömer Hayyam ve Selçuklu vezirlerinden Nizamülmülk ile mektep arkadaşlığı etmiş ve Alparslan’ın himayesine ermişken, Selçuklularla bozuşmuş, oradan Mısır’a kaçmış, Şii Fatımilerden himaye görmüş ve Fars illerinde, – nice büyük din adamına beşik olmakla maruf ve bu defa küfrün en şiddetlisine maruz- öz memleketi Rey şehrinde başına birtakım tımarhanelikleri toplayarak bazı zaptedilmez kaleleri basmış, düşürmüş, üzerine gelen Selçuklulara karşı durabilmiş ve devleti yedinci asrın ortasına kadar 181 yıl ayakta kalabilmiş bir adam

«Kartal yuvası» manasına, dik kayalıklar üstünde «Alamut» kalesi… Bu kalede bağlılarının, bir işaretiyle kendilerini kale burçlarından aşağı attığı, kuduz fıkir ve gözü karalıkta ve cahil yığınları büyülemekte eşsiz bu adam, Şiiliğin Rahmanilikten Şeytaniliğe aktarma edilen, Bizans, Fars ve Yahudi kırması «İlhad-küfür»aksiyoncularının başında gelir.

İmam Cafer-i Sadık Hazretlerinin büyük oğlu İsmail’i son imam tanıdıkları için «İsmailiye» ismini alan, sadece 7 imam kabul ettiklerinden «Sebiyye- Yedicilik» diye adlandırılan ve zahir ölçülerini reddetmelerinden ötürü «Batınıyye» diye de yaftalanan bu fırka, Useyriler, Dürziler üzerinde dahi tesir sahibidir.

Gerisi, Hicri Onuncusu Asır başlarında, Şah İsmail Safevi’nin resmen Şiiliği ilan etmesiyle bu mezhebe yataklık eden ve başta Yavuz Sultan Selim, Osmanlı Padişahlarım bir hayli uğraştıran ve Anadolu topraklarına Aleviliği sokan Farslar… Fars tipi, İslamı yüceltmekte ve batırmakta iki ters istikamet sahibi mücerret bir istidat ifadesidir.

30 Mart 2012 Cuma

Şii liderden Hz. Peygambere çirkin hakaret Kuveyt'i ayağa kaldırdı

(İSMAİL YAŞA – Milat Gazetesi)         Başbakan Erdoğan’ın Tahran ziyareti, Ahmedinejad’ın ucuz erteleme oyunu, Bağdat’taki Arap Zirvesi, Suriye’de Baas rejiminin Annan Planı’nı onaylaması, İstanbul’da yapılacak Suriye’nin Dostları toplantısı ve saire…

Gündem o kadar yoğun ki, insan hangi konuyu yazacağını şaşırıyor.
Fakat bu kadar yoğun gündem ve derdin arasında bir olay var ki sessiz kalmak imkansız.

Kuveyt’te Peygamber Efendimiz’e yapılan hakaret hem bu ülkede hem de diğer Körfez ülkelerinde gündemin zirvesine oturdu.

Bahreyn’de yaşanan olayın üzerine gelmesi de adeta tuzu biberi oldu.

“O kadar gündemdeyse bizim medyada niye hiç haber yok?” demeyin.

Yakında Batı medyası özellikle Kuveyt’teki olayı yazmaya başladığında Türk medyasının da haberi olur.
Önce Bahreyn’de neler olduğuna bakalım.

Bahreyn’de El Nur isimli özel okulun ana sınıfında okuyan dört yaşındaki Mısırlı Ömer Mahmud Emin Hattab, bir gün okuldan eve döndüğünde annesinin ayağının altını öper.

Ömer’in annesi bu işe şaşırır; çünkü küçük çocuğun daha önce yaptığı bir şey değildir.

Sebebini sorunca Bahreyn’de günlerdir konuşulan skandal ortaya çıkar.

Şii kadın öğretmen, Mısırlı küçük çocuğa ismi “Ömer” olduğu için her gün arkadaşlarının gözü önünde zorla ayağının tabanını öptürmektedir.

Şii öğretmenin küçük Ömer’e bunu bir kaç kez yaptırmadığı, aylarca aynı aşağılamayı sürdürdüğü anlaşılır.

Olayın medyaya yansıması üzerine kadın öğretmen görevden alındı ve soruşturma açıldı.

Bahreyn’de yaşanan bu skandalın yankıları sürerken Kuveytli Şiilerin önde gelen isimlerinden Hamed El Naqi, Twitter’daki hesabında Hz. Peygamber’e, Hz. Aişe’ye ve Hz. Osman’a ağır hakaretler içeren bir tweet yazdı.

Bunun üzerine Kuveytliler sokaklara döküldü.

El Naqi’nin yazdıkları Danimarka’da yayınlanan karikatürleri fersah fersah sollayacak iğrençlikte; o nedenle ne söylediğini burada aktarmam mükün değil.

Yoğun tepkiler üzerine El Naqi’nin gözaltına alınması da Kuveytlilerin öfkesini dindirmeye yetmedi.

Devlet Güvenlik binası önünde toplanan kalabalık Peygamber Efendimiz’e ve namusuna dil uzatan El Naqi’nin en ağır şekilde cezalandırılmasını istedi.

Ertesi gün de ünlü El İrade Meydanı’nda gösteri yapıldı.

Peygamber Efendimiz’in kırmızı çizgi olduğu ve kesinlikle bu çizginin çiğnenmesine izin verilmemesi gerektiği ifade edildi.

İğrenç bir dil ve üslupla Hz. Peygamber’e, Hz. Aişe’ye ve Hz. Osman’a hakaret eden Hamed El Naqi, önceleri hesabın sahte olduğunu ve tweetin kendisi tarafından yazılmadığını öne sürse de bu iddiası kısa sürede çürütüldü.

Gözaltına alındıktan sonra yapılan ilk sorgulamada suçunu itiraf etti.

Kuveyt’te şimdi Hamed El Naqi’nin cezasının ne olacağı tartışılıyor.

Ülke yasalarına göre yapılan hakaretin cezası en fazla bir yıl hapis ve bir miktar para cezası.

Kanunun öngördüğü cezayı az bulan Kuveytliler ise şu soruyu soruyor:

“Hamed El Naqi, aynı şeyleri Peygamber Efendimiz için değil de Kuveyt Emiri için yazsaydı acaba cezası ne olurdu?”

Dün bu yazıyı yazdığım saatlerde Kuveyt Parlamentosu’nun Peygamber Efendimiz’e hakarete idam cezası getirecek yasa tasarısını görüşmesi bekleniyordu.

Bahreyn’deki Şiiler, ismi “Ömer” olduğu için öğrencisine aylarca ayağının altını öptüren kadın öğretmenin görevden uzaklaştırılmasının “haksızlık” ve Şii öğretmenin “mazlum” olduğunu söylüyor.

Kuveytli Şiiler ise Peygamber Efendimiz, Hz. Aişe ve Hz. Osman için aşağılık ifadeler kullanan Hamed El Naqi’yi adaletin elinden kaçırmanın derdinde.

Bahreyn’deki kadın öğretmene o işi yaptırtan veya Kuveyt’teki Şii aktiviste o sözleri yazdırtan Siyonistler değil…

Bu kadar çok nefret, kin ve garez ile bölge nereye gidecek?

Kafaları kuma gömüp görmemiş ve duymamış rolü oynamaktansa asıl bu soru üzerinde kafa yormalı…

30.03.2012

29 Mart 2012 Perşembe

Savaş hazırlığı yapan İran buğday stokluyor

Tahran yönetimi, yaptırımların daha katı hale gelmesi veya askerî bir gerginlik yaşanma ihtimaline karşı stoklama yoluna gidiyor.

İran, buğday ithalatına hız verdi. Tahran, yaptırımların daha katı hale gelmesi veya askerî bir gerginlik yaşanma ihtimaline karşı stoklama yoluna gidiyor. ABD’li Wall Street Journal Gazetesi’nin haberine göre İran, geride kalan birkaç ay boyunca ABD, Avustralya, Brezilya ve Kazakistan’dan buğday satın aldı. Aynı zamanda büyük ölçekte alım yapmak için Hindistan ile görüşüyor.

Erdoğan Tahran’ı uyaracak

Bu arada, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, bugün İran Cumhurbaşkanı Ahmedinejad ile bir araya gelecek. Güney Kore’’de Nükleer Güvenlik Zirvesi’ne katılan Erdoğan, buradaki temaslarını tamamlamasının ardından, beraberindeki heyetle Tahran’a hareket edecek. Erdoğan, Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad, Cumhurbaşkanı Birinci Yardımcısı Muhammed Rıza Rahimi ve İslami Danışma Meclisi Başkanı Ali Laricani başta olmak üzere üst düzey ikili temaslarda bulunacak. Görüşmelerde, başta Suriye olmak üzere bölgedeki gelişmelerin ele alınması bekleniyor.

Kaynak: Türkiye-28.03.2012

Başbakan Erdoğan: "Esed'e inanmıyorum"

Suriye Devlet Başkanı Esed’in Annan Planı’nı kabul etmesini değerlendiren Başbakan Erdoğan “Daha önce de çok söz verdi ama tutmadı. Esed’e inanmıyorum. Ama temenni ederim ki plan uygulanır ve Suriye’de akan kan durur” diye konuştu. 

Güney Kore’deki Nükleer Güvenlik Zirvesi’nin ardından İran’a hareket eden Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, uçağının yakıt ikmali için durduğu Kazakistan’ın eski başkenti Almatı’da Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esed’in, Kofi Annan’ın 6 maddelik planını kabul etmesine ilişkin değerlendirmelerde bulundu.

Bize de çok sözler verdi 

Beşşar Esed’in Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’na ve kendisine defalarca söz verdiğini belirten Başbakan Erdoğan “Esed daha önce de çok yalan söyledi. Hukukumuz olmasına rağmen bugüne kadar sonuç alamadık. Esed’in bu konudaki sözüne de inanmıyorum ama yine de bekleyip göreceğiz” diye konuştu. Gelişmeler konusunda Annan’ın kendisini arayıp bilgi verdiğini ifade eden Başbakan Erdoğan, “Annan Türkiye’nin hassasiyetine güveniyor. Süreç devam ediyor. Temenni ederim ki Annan Planı uygulanır, akan kan bir an önce durdurulur ve Suriye demokrasiye geçer” ifadelerini kullandı.

Her toplantı öncesi söz veriyor 

Kararı değerlendiren Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ise İstanbul’da gerçekleştirilecek Suriye’nin Dostları Toplantısı’nı hatırlatarak “Esed her kritik toplantı öncesi böyle sözler veriyor” dedi .

Kaynak: Yeni Şafak-28.03.2012

Suriye, savaşı Lübnan ve Irak'a taşıma peşinde

(İBRAHİM KARAGÜL/Yeni Şafak)          “Suriye ordusu Lübnan’a girdi” haberini görünce yüreğimiz ağzımıza geldi. Muhaliflerle askeri birliklerin çatışması sınır bölgelerinden izlendiği için böyle bir yanlış anlama olmuş ve olay da yalanlandı zaten. 

Ancak hemen, “sınır ötesi operasyon” ve “savaşı Lübnan’a taşıma” ihtimalleri ilk akla gelenlerden oldu. Suriye ve bölgeyi bilenler, iki ihtimalin de ne kadar tehlikeli olduğunun farkında. Lübnan’da Hizbullah iktidarda ve Şam yönetimine destek veriyor. Suriye ordusu yıllarca bu ülkede kaldı. Eski Başbakan Refik Hariri suikastinden sonra Birleşmiş Milletler kararı ile Lübnan’dan çıkarıldı. Ardından da Hizbullah-İsrail savaşı çıktı.  

Lübnan’ın iç yapısı, Şii-Sünni ayrışması Hariri suikastinden sonra tehlikeli bir hal aldı. Suriye yönetiminin Lübnan’da, özellikle de Hizbullah üzerinden, nüfuzu hâlâ mevcut. Öyle ki, muhalif silahlı güçler, çatışma sonrası ya da öncesi, Lübnan’da üslenmeleri Hizbullah’a rağmen pek de kolay olmayacak.

Bir çok açıdan Suriye krizi, savaşın yoğunlaşması Lübnan’ı istikrarsızlığa, iç gerilime sürükleme potansiyeli taşıyor. İran-İsrail savaşının Lübnan’dan yürütülmesi gibi, Suriye’deki kriz de bir gecede Lübnan’a taşınabilir. Suriye sınırlarını aşıp bölgesel boyut kazanabilir. İşte o zaman, çatışmayı önlemek Suriye’de Baas rejimini değiştirmenin ötesinde, İran’dan Akdeniz’e uzanan bir gerilim hatta çatışma hattına dönüşür. 

Şu an Şam’da iktidar olanların böyle bir senaryo üzerinde çalıştıklarından hiç kuşkum yok. Devrileceğini anladığı anda, Esad yönetimi, İran’la birlikte, Lübnan’da bir şeyler deneyecektir. Krizi uzak bölgelere yayma, Şam üzerindeki baskıyı hafifletecektir. Ancak devrilmesini önleyebilir mi? Sanmıyorum. Sadece erteleyecektir. 

Suriye meselesinde tehlikeli senaryo, bu yüzden Lübnan’dır. Bu, Hizbullah açısından da böyle.. Esad yönetiminin devrilmesi Lübnan’daki Hizbullah’ı besleyen kanalları önemli ölçüde kısıtlayacağı, İsrail karşısında savunmasız bırakacağı için Hizbullah yönetiminin bu senaryoya pek de soğuk bakmayacağı tahmin edilebilir. 

İkinci tehlikeli senaryo ise Irak’tır. Nuri el Maliki yönetimindeki Bağdat, ülkenin tamamını yönetme yerine Kürtleri ve Sünni Arapları dışlayıcı bir pozisyona girdi. Son aylarda, özellikle de Suriye meselesinin tırmanmasıyla Maliki’nin bu tutumu daha da belirginleşti. Bağdat Esad’ı desteklerken Sünniler muhalefeti destekliyor. Her iki kesim de birbirini Suriye’ye silah sevketmekle suçluyor. Şu anki Bağdat hükümeti, Şam yönetiminin devrilmemesi için yine İran’la birlikte elinden geleni yapacaktır. Dolayısıyla, çatışmaların iki ülkeye sıçrama ihtimali var. Özellikle, bölgenin en hassas en kırılgan ülkesi Lübnan’a azami dikkat etmekte fayda var.

Türkiye’de muhalefeti birleştirme toplantıları devam ederken, 1 Nisan’da “Suriye’nin Dostları Toplantısı” başlamadan önce Lübnan sınırındaki gelişme ve BM eski Genel Sekreteri Kofi Annan üzerinden yürütülen planın Esad yönetimi tarafından kabul edilmesi ne anlama geliyor?

Türkiye’deki çalışmalar sekteye uğramayacak, kararlılıkla devam edecek. 1 Nisan toplantısı sonrası ciddi kararlar açıklanacak. “Tampon bölge” belki de ilk somut adımlardan biri olacak. Suriye, Annan Planı’nı kabul etse de, operasyonlara devam edecek. Lübnan gibi daha tehlikeli kartları devreye sokmaktan çekinmeyecek. “Evet” kararı sadece zamana oynamaktır çünkü. Rusya ve Çin’in de “olabilir” dediği Annan Planı, ateşkesi öngörse ve çözüm için ilk adım görülse bile bir süre sonra daha etkisiz bir seçeneğe dönüşecek. 

Görünen resim, yönetimin devrilmesi ya da yönetimi devirmek isteyenlerin geri adım atması dışında bir seçeneğe şans vermiyor. Kimsenin geri adım atmaya niyeti yok, olmayacak da. Bu, bölgesel güç haritasını değiştirmeyi amaçlayan bir mücadele. Elbette bir istihbarat rejiminin tasfiyesi, Suriye halkına demokrasi ve özgürlük sağlanması, ülkede tüm tarafların temsiline imkan tanıyan bir yönetimin işbaşına gelmesi amaçlanıyor. Ancak bundan ötesi de var.. 

Ötesi, İran’dan Akdeniz’e uzanan hattı kırmak. Bu yüzden de, her türlü tehlikeli senaryo ihtimal dahilinde. Irak’ta eksenli ayrışma, ateşin Lübnan’a sıçraması gibi. Kaybetmek üzere olduğunu anladığı anda Suriye yönetimi bütün bu senaryoları denemek isteyecektir.

28.03.2012

Suriye halk direnişi kime emanet?

(FARUK KÖSE/Yeni Akit)          Suriye’nin eli kanlı Devlet Başkanı Beşşar, BM’nin ve Arap Birliği’nin Suriye Özel Temsilcisi Kofi Annan’ın Suriye Planı’nı kabul etmiş. Gelen haberler böyle. Ancak biz, daha önce de çok kere Suriye’nin Alevi-Nusayri yönetiminin değişik planları kabul ettiğini görmüştük. Daha doğrusu, “kabul ettik” dediğini… Ancak bunların hiçbiri uygulanmamıştı ve sonuç ortada; İran ve Rusya’nın desteklediği Beşşar zalimi, Suriye’nin Ehl-i Sünnet kesimini doğramaya devam ediyor.

Bu yüzden olacak ki, BM temsilcisi Annan, yaptığı açıklamada, “Suriye’nin planı kabul etmesi önemli bir ilk adım, ancak asıl önemlisi uygulama” deme gereğini hissediyor. Lakin plana baktığımızda, aslında Beşşar’ın yönetiminin tanındığını, sadece dünya kamuoyunun tepkilerini dindirmek için göstermelik bir hamleyle durumu geçiştirmeyi hedeflediğini anlıyoruz. Zira, 6 maddeden oluşan Annan Planı, Suriye’deki Alevi-Nusayri rejiminin ve Beşşar’ın liderliğinin devamiyetine halel gelmemesine dikkat ederek hazırlanmış.

Nedir bu maddeler, bir bakalım:

1- “Suriye halkının meşru taleplerine cevap verilecek şekilde Suriye hükümeti tarafından yürütülecek ve herkesi kapsayacak siyasi süreç için özel temsilciyle çalışmayı taahhüt etmek ve müzakereler için bir temsilcinin atanmasına onay vermek.” Bu maddede, “meşru talepler”in neler olduğu belirtilmemiş, Beşşar yönetiminin inisiyatifine bırakılmış. Bunun ne kadarlık bir zaman içinde, hangi süreçte yapılacağına dair de bir ifade ve bağlayıcı bir hüküm yok. Üstelik, Suriye’nin mükellefiyeti, müzakereler için bir temsilci atanmasını kabul etmekten ibaret. Yoksa, süreç içinde nasıl bir yol takip edileceğine, halkın taleplerine ne derece uyulup uyulmayacağına dair de bir bağlayıcılık ya da müşahhas bir talep yok.

2- “Operasyonlara son verip, BM tarafından gözetilecek ateşkesin derhal sağlanmasını sağlamak.” Operasyonlara son verildiğinin kim tarafından ve nasıl denetleneceğini, bunun ne kadarlık bir süreç içinde ve hangi şartlar dahilinde yapılacağını da bu plan kapsamıyor.

3- “İnsani yardımın ulaşabilmesi için ilk adım olarak derhal uygulanmak üzere günde 2 saat insani yardım için ateşkes uygulamak.” Bu ne demek şimdi? Beşşar’a adeta yalvarılıyor; “lütfen günde 2 saat halkını doğrama, kalan 22 saat boyunca yapacağını yap” demek değil mi bunun diğer açıdan okunuşu? Bu nasıl plan böyle?

4- “Sebepsiz yere tutuklanan ve gözaltına alınanların serbest bırakılması.” Bu hükmün de bir anlamı yok. Çünkü, “sebepsiz” derken, hangi hususların sebep, hangilerinin değil olduğuna kim ve nasıl karar verecek, belli değil. Şimdi Beşşar, “tutukladıklarımın hepsi bir sebebe bağlı olarak tutuklandı; sebepler de şunlar şunlar” dese, buna verilecek cevap ne olacak?

5- “Gazetecilerin ülke içinde serbestçe dolaşmalarının sağlanması.” Daha önce Arap Birliği temsilcilerine de serbest dolaşım izni verilmişti, ama Beşşar Yönetimi, “güvenliğinizi sağlayamam” diyerek onların belli noktalardan öte geçmesine mani olmuştu. Şimdi de güvenlik gerekçe gösterilse, ama dolaşmaya çıkan gözü kara birkaç gazeteci rejimin ajanlarınca vurulsa, bu serbest dolaşım hakkı nasıl sağlanmış olacak?

6- “Barışçıl toplanma ve protesto haklarına saygı duyulması.” Burada da, neyin barışçıl olduğu, neyin olmadığı Beşşar’ın inisiyatifine bırakılmış.

Bütün bunlardan anlaşıldığı üzere, Annan Planı’nın Suriye halkının özgürlüğü için hiçbir önemi yokken, Beşşar’ın zaman kazanmasına, yerini daha da sağlamlaştırmasına, hatta bugüne kadar yaptıklarının üzerine sünger çekilerek yeni bir başlangıç yapmasına sebep olacağı açıktır.

Bu durumda, “acaba Suriye halk direnişi kime emanet?” diye sorası geliyor insanın. Cevap: Allah’a emanet!

28.03.2012

PKK ile Esad'ın ittifakı: PYD

Türkiye, 1 Nisan günü İstanbul’da düzenlenecek “Suriye’nin Dostları” toplantısına Suriyeli tüm muhalif grupları çağırırken, tek kırmızı çizgisi, PKK’nın Suriye’deki yeni yapısı “Demokratik Birlik Partisi(PYD)” oldu.

Göz yumduğu tek muhalefet

Ankara’nın Suriye halkının demokratik taleplerine verdiği destekten rahatsız olan Beşar Esad ise, 1998 yılında, iki ülkeyi savaşın eşiğinden döndüren Adana Mutabakatı’nı resmen ihlal eden bir politika izlemeye başladı. Ülkesinde değil siyasi oluşum, tek bir muhalif sese dahi izin vermeyen Esad, PKK’nın Suriye’de “Demokratik Birlik Partisi(PYD)” adıyla örgütlenmesine izin verdi. Türkiye’ye karşı operasyon hazırlıkları yapan PYD’ye, PKK terör örgütüne 1980 ve 1990’larda sağladığı imkanları sağlayan Esad, bunun ödülünü de, PYD’li Kürtlerin kendisine tam desteği ile aldı.

Esad ile taktiksel işbirliğine giden PYD, Esad rejiminin yıkılmasını savunan Suriyeli muhalif kişi ve diğer Kürt yapılanmalara karşı yıldırma politikası uygulamaya başladı. PKK’nın Suriye’de kendisine rakip çıkmasından endişelenen Kürt Yönetimi Başkanı Mesut Barzani ise, desteğini Kürt Ulusal Konseyi’nden yana kullandı.

Yerel kaynaklar son dönemde, PKK ile Barzani’nin arasının son derece açıldığını dile getirdiler. Diğer yandan, Suriye Ulusal Konseyi’ne katılan Türkmenler ise, İstanbul’daki toplantıya bir temsilci gönderme kararı aldı. Kaynaklar, “Ulusal Konsey’de Türkmenler, eksik parçaydı, şimdi mozaik tamamlandı” yorumunu yaptı.

Kaynak: Star (Zeynep Tuğrul)-28.03.2012

28 Mart 2012 Çarşamba

Türk şoförlere acem oyunu

İran, Türk TIR’larından aldığı akaryakıt fark ücretini bir depoda 450 dolara çıkardı. Sınırda engeller artırıldı. Yol güzergahı zorla uzatıldı.
Başbakan Erdoğan’ın 28-29 Mart’taki İran ziyaretinin dosyasında Türk şoförlerine çektirilen eziyet de yer aldı. Uluslararası ambargoyu Türk şoförler sayesinde delen Iran kolaylık yerine akıl almaz zorluklar çıkardı. Uygulamanın Türkiye’nin Suriye politikasından sonra eziyete dönüşmesi dikkat çekti.

Karayolu taşımacılığı anlaşmasını İran ilk defa bu yıl yenilemedi. Türk TIR’larından alınan akaryakıt fark ücreti depoda 450 dolara çıkarıldı. Gürbulak’tan içeri alınan Türk araçları dönüşte Hakkari Esendere’ye yönlendirilip yol uzatıldı. Bozuk ve güvenlik tehlikesi olan yolda Türk şoförleri riske atıldı.

Türkiye’ye acem oyunu 

Türkiye’nin Esed yönetiminin sivilleri katletmesine karşı gösterdiği tepkiye İran dolaylı yollardan cevap veriyor.
İran, Türk TIR’lannı sınırda günlerce bekletirken dönüş yolunu da uzatıyor.

Başbakan Tayyip Erdoğan’ın Iran ziyaretinin dosyasında yer aldığı öğrenilen Türk şoförlerin Iran geçişlerindeki sıkıntısına ulaşıldı.

Ambargoları Türkiye üzerinden aşabilen İran’ın, Türk TIR’lara kolaylık yerine zorluk çıkardığı iyice gün yüzüne çıktı. Türkiye ile İran arasında karayolu taşımacılığı anlaşmasını İran tarafı ilk defa bu sene yenilemedi. Ayrıca İran makamları Türk kamyonlarından tahsil ettikleri akaryakıt farla ücretini bir depoda 450 dolara çıkardı. Gümrükleri verimsiz çalışan İran’ın haksız uygulamaları Türkiye’nin bu ülke üzerinden yaptığı transit taşımacılığını olumsuz etkiliyor. Uluslararası Nakliyeciler Derneği (UND) Yönetim Kurulu Başkanı Ruhi Engin Özmen, İran makamlarının Türk TIR’larının işlemlerini günlerce bekleterek yaptıklarını söyledi. Özmen, Türk taşımacılarının İran’a gidiş ve dönüşlerinde yaşadıkları toplam bekleme sürelerinin 14 güne ulaştığını vurguladı. Özmen, uzun kuyruklara rağmen çalışma saatleri anlamında da ciddi ihmaller bulunduğuna dikkat çekti. Ayrıca İranlı yetkililer, işlemlerin bitmesine rağmen TIR karnelerini teslim etmeyi de geciktirdiklerini kaydetti.

Dönüş Yolunu Uzatıyorlar 

UND Başkanı Özmen, İran’dan dönüş yapan Türk araçlarının İran makamlarınca Hakkâri, Esendere gümrük kapısına yönlendirilmelerinin de ayrı bir mağduriyete neden olduğunun altını çizdi. Özmen, “Bu güzergâhın yol şartlan çok kötü. Özellikle kış aylarında büyük kazalar oluyor. Ayrıca askeri operasyon bölgesi” dedi.

Türkiye’de mazot satan İran TIR’ları 

Uluslararası Nakliyeciler Derneği üyelerinin tespit ettiği başka bir oyun da raporlara yansıdı. İkili taşıma için Türkiye’ye boş giren İran araçları yüklemenin iptal olduğunu öne sürerek ülkelerine geri dönüyor. Ancak söz konusu boş girişlerde devasa depoları dolduran İran TIR’ları Türkiye’de ucuz mazotu vergisiz kayıtsız satarak yüklü paralar kazanıyor. Söz konusu boş giriş çıkışların iptalinin Türkiye ekonomisine katkısı olacağına dikkat çeken uzmanlar, boş girişlerin özel izne tabi olduğunu bu yönde kontrollere önem verilmesi gerektiğine dikkat çekiyor.

Kaynak: Bugün Gazetesi-25.03.2012

Haşimi: Korumam işkence sonucu öldü

Hakkındaki tutuklama kararı nedeniyle Kuzey Irak Bölgesel Kürt Yönetimi’nde bulunan Irak Cumhurbaşkanı Yardımcısı Tarık El Haşimi, tutuklu korumalarından birinin işkence sonucu öldüğünü öne sürdü. El Haşimi, kendisinin terör olayları ile ilişkilendirilmesine neden olan ifadeleri veren koruması Amir Serbut Zeydan El Battavi’nin işkence gördüğüne dair fotoğraflar bulunduğunu söyledi.

Bağdat Operasyonlar Komutanlığı, korumanın işkence görmediğini, böbrek yetmezliği nedeniyle kaldırıldığı hastanede can verdiğini, otopsi raporunun daha sonra açıklanacağını duyurdu.

Kaynak: Sabah Gazetesi-23.03.2012

İran, silah yüklü uçakları Irak üzerinden Esed'e gönderiyor

İslam dünyasının taleplerine ve uluslar arası kuruluşların baskısına rağmen İran ve Irak Suriye’ye destek vermeye devam ediyorlar.

Son olarak Irak hükümeti, İran uçaklarının Suriye’ye silah yüklü transferleri durdurması yönündeki taleplerini reddettiğini açıkladı. İstihbarat bilgilerine göre İran Esed rejimine destek için yaklaşık 30 ton silah yüklü gönderdi. Bilgiler en üst düzey İranlı resmi ve dini yetkililerin Esed’e açıkça destek vermesi, dahası Ayetullah Cenneti gibi fanatik Şii din adamlarının Suriye’ye destek için Şiileri teşvik edip fetvalar yayımladığı göz önüne alındığında şaşırtıcı bulunmuyor.

Gelen Bilgilere göre Türkiye ve Ürdün’ün Esed rejimine giden kanalların kapatması nedeniyle, İran silah desteğini kendisine tam sadık Irak’taki Nuri El Maliki Hükümetinin bulunduğu Irak toprakları üzerinden gerçekleştiriyor.

Buna göre 1929 ve 1747 sayılı Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinin İran silahlarının geçişini yasakladığı kararlara rağmen dünya yolsuzluk sıralamasında en üst düzeylerde bulunan Maliki başkanlığındaki Irak hükümeti İran’a bu konuda Suriye halkının öldürülmesinde kullanılacak silah transferine izin veriyor. Üstelik Maliki güçleri bu akışı kolaylaştırmak için elinden geleni yapıyor.

Bilindiği gibi gerek zihin dünyası, gerekse sürgünde kaldığı zaman zarfında siyasi, iktisadi ve lojistik olarak tam destek vermesi nedeniyle Maliki İran ve Suriye rejimlerine son derece yakın ve sadık bir konumda duruyor. Suriye devriminin başladığı zamandan bu yana Esed yanlısı açıklamalar yapan ve siyasetini hiç değiştirmeyen Nuri El Maliki, halk hareketinin bastırılması için tüm gücüyle İran’ın siyasetini bölgede uyguluyor. Bu çerçevede Türkiye gibi halkın taleplerini savunan ülkeleri ve hükümetleri de açıkça hedef alıp saldırgan bir politika takip ediyor.

Rusya'nın Sünni takıntısı

(MUSTAFA ÖZCAN/Milli Gazete)          “Azınlıkları arkasına almaya çalışan Suriye rejiminin, ülkede meydana gelen direnişleri sünni saldırılar olarak göstermek için Muhaberat tarafından üretilmiş ve uydurulmuş fason örgütleri kullandığı ifade ediliyor.”

Suriye rejimi azınlıkları arkasına almaya çalışıyor ve bunu sağlamak için de Suriye direnişini Sünni eksenli olarak vurgulamaya çalışıyor. Onun ötesinde bazı örgütlerle irtibatlı göstermeye gayret ediyor. Daha ilk günden beri Hizbuttahrir, Kaide gibi isimleri telaffuz eder oldu. Son olarak Şam ve Halep’teki patlamaları da ‘Cunud Cepheti’n Nüsreti’l İslamiyyeti’s-Sünniyye/Sünni İslam Yardım Cephesi Askerleri’ adlı muhtemelen fason bir örgüt üstlendi. Lakin Hür Suriye Ordusu ve muhalifler bu ismi ve yapıyı benimsemediklerini ve tanımadıklarını ve muhtemelen de bunun Suriye Muhaberatı tarafından üretilmiş ve uydurulmuş fason bir örgüt oluğunu ifade ediyorlar.

Suriye rejimi bu hususta mahir ve geçmişte Fethülislam gibi piyasaya imalat ve türedi örgütler saldı. Şimdi de aynı bayat numaraya başvuruyor. Lakin kimi haberlerde gördüğümüz şekliyle, sanki karşı tarafı tahrik etmek istercesine bazıları direnişçi birliklerine Muaviye Bin Ebi Süfyan gibi isimler koyuyorlar. Burada iki ihtimal var. Ya yine rejim kendi tabanını mobilize ve seferber etmek için bu gibi isimlere başvuruyor. Ya da bazıları rejimi ve tabanını tahrik için bu tür isimlere başvuruyorlar. Elbette Emevilerin siyasi tarzı ısırıcı saltanat olarak vasıflandırılmış bir anlayıştır. İdealize edilemez. Bununla birlikte Şam rejimi fiilen Emevi tarzını realize etmiştir. Baba Esat oğlu için hayatta biat almış ve halkın cumhuriyetini saltanata dönüştürmüşlerdir. Bu tür isimler koyarak ya birileri rejime meccanen hizmet ediyor ya da rejim eski uyanıklığını ve oyununu sürdürüyor.  Heysem Malih ise bizzat Beşşar rejiminin bu eylemleri yaparak Sünni İslam Yardım Cephesi Askerleri gibi fason örgütlerin üzerine yıktığını belirtiyor.  İster fason isterse gerçek örgüt olsun bu örgüt, bu üslup ve tarzıyla ancak Şam rejiminin hizmetine amade olabilir.

Bu işin bir yönü. Meselenin ikinci yönü ise Rusların son sıralarda giderek ‘Şii eksenin’ veya Şiiliğin hamisi pozisyonuna soyunmasıdır. Ortadoğu’ya yeniden ayak basacak bir zemin arıyorlar. Bu zemin geçmişte Ortodoksluk idi ve bölgedeki Ortodoksların hamisi rolüne soyunmuşlardı. Şimdi ise başta Şiiler olmak üzere azınlıkların hamiliği rolüne soyunmak istiyorlar. Lavrov bu tarz konuşmalarıyla Rusların yeni niyetlerini açık etmiş oldu. Hatta bu yüzden kimileri tarafından Lavrov ‘Rus ayetullah’ olarak isimlendiriliyor. Son sıralarda Suriye direnişini ve benzerlerini itibarsızlaştırmak için ABD ile aynı dili kullanıyor. Aşırı İslamcılardan bahsediyor ve Suriye’deki direnişi külliyen Kaide olarak karalamak ve tezyif etme peşinde.

Bu hususta İslam aleminin Sünnilerle Şiiler arasında bir bölünme ve ayrışma hali yaşadığını ve bunun da sağlıksız olduğunu söylemişti. Elbette bu vakıanın tasviri olarak görülebilir. Ve istenmeyen bir duruma parmak bastığı da söylenebilir. Ama acaba göz açıp kapayıncaya kadar Müslümanların çıkarlarına Müslümanlardan daha mı düşkün hale geldiler? Veya onları buna ne sevketti?  Ruslar bunu politika haline getirmek istiyorlar. Yani durumdan vazife çıkarma niyetindeler. Yoksa ne İslam ne de İslam alemine dair bir kaygıları olabilir! Kissinger doktrini diye bilinen bir doktrin var ve bu doktrin İslam alemini Şiilik ve Sünnilik ekseninde bölmeyi tasarlıyordu. İran devrimiyle birlikte Şiiliğin yeniden siyasallaşma sürecine girmesi kimilerince bu kehanetin kuvveden fiile çıkması olarak görüldü.

Bu yeni kutuplaştırmada Rusya arayı bulma görevine talip değil aksine taraflardan birisinin hamiliğine soyunmak istiyor. Veya daha doğrusu bölünme çizgisini kullanmak istiyor. İşine nasıl  gelirse! Yani geçmişteki Ortodoksluğun yerine Şii ekseni ikame etmek istiyor. Önemli olan onlar için böl-yönet prensibi ve araçlarıdır.
Kommersant FM’e konuşan Lavrov böl-yönet oyunlarına düşkünlüklerini açık etmiştir. Körfez ülkelerinin sebepsiz (!) yere Şam’dan elçiliklerini geri çektiklerini ileri süren Lavrov, Beşşar rejiminin yıkılması halinde azınlıkların hamisiz kalacaklarını ileri sürmüştür. Dahası bölge ülkelerinin giden Beşşar rejimi yerine Sünni bir rejim getirmek için ısrar edeceklerini ifade etmiştir. “Endişem Hıristiyanların, Kürtlerin ve Alevi ve Dürzi azınlıkların geleceğidir’ demektedir. Halbuki, Kürtlerin yüzde onu ile yirmisine tekabül eden bir kitlesine vatandaşlık hakkı vermeyen azınlıkların hamisi olarak nitelediği Esat rejimi değil midir? İkincisi, kendisinin de gayet iyi bildiği gibi Velit Canbolat’ın babası Kemal Canbulat’ı öldüren de Şam rejimidir. Bu nedenlerle en azından Dürzilerin bir kısmı  Esat rejimine karşıdır. Zaten Velit Canbolat, kitlesinden Esat’tan uzak durmasını istemiştir. Evet! kendisi gibi İslam’dan korkan kimi Hıristiyanlar da azınlıklar dayanışması adına Esat rejimine destek veriyor. Rejim de azınlıkların korkuları üzerinden çoğunluğa karşı bir azınlıklar koalisyonu kurmak istiyor. Maruni Patriği Bişare Esat’ın gitmesi halinde daha korkunç bir diktatörlüğün kapıda olduğunu ve geleceğini söylemektedir. Bu İsrail’in tezlerine uygundur: Bildiğimiz şeytan bilmediğimiz şeytandan evladır!

Bitirmeden, Lavrov’a şunu hatırlatmak isteriz: Arap dünyasında tek azınlık rejim Suriye’deki Esat rejimidir.  Bundan dolayı da acımasızdır. Lavrov’un azınlıklar için üzülmesini ve kederlenmesini anlarız da bununla birlikte bir gün olsun acaba azınlık rejimin altında inim inim inleyen çoğunluk hakkında bu keder ve üzüntüsünü paylaşmış mıdır? Yoksa Beşşar rejimi nazarlarında yeni bir Ramzan Kadirov rejimi midir?

Ne diyelim: Hadi sen de oradan eski-yeni sömürgeci!

Dinimize dahleden bari müselman olsa !

23.03.2012

Suriye'de namaz kılana işkence

Esed ordusunun zulmünden kaçarak Türkiye’ye sığınan Suriyelilerin anlattıkları insanın kanını donduracak nitelikte.

Suriye’den kaçan insanların sayısı her geçen gün artarken, Beşşar Esed taraftarlarının yaptığı zulmün insanlık boyutunu ne kadar aştığı da gün yüzüne çıkıyor. Camiye gittiği için saatlerce dayak yiyen insanların anlattıkları, yapılan zulmün boyutunu anlamaya yetiyor.

Suriye ordusunun katil lideri Beşşar Esed’in zulmünden kaçarak Türkiye’ye sığınan Suriyeliler, Türkiye’ye geçiş noktasında ülkelerinde yaşadıklarını ve neden Türkiye’ye kaçtıklarını anlattı. Namazını Camide kıldığı için defalarca dayak yediğini aktaran Suriyeli, Cami yapmak isteyenlere ruhsat verilmediğini, içkili işyeri açmak isteyenlere bir hafta içinde ruhsat verildiğini belirtiyor. Esed’in askerleri tarafından gece yarısı evine baskın düzenlendiğini ifade eden Suriyeli başından geçen olayı şöyle anlatıyor: “Esed’in askerleri yaklaşık otuz kişiydi. Beni otobüse bindirdiler ve döverek iki saatlik uzaklıktaki bir yere götürdüler. Yol boyunca dayak yedim. Beni indirdiklerinde vardığımız yerin Muhaberat binası olduğunu anladım. Bu arada beni döverken dişlerimi kırdılar. Orada bana ‘Beşşar Esed’den başka ilah yok de’ diye işkence yaptılar.

“Tampon bölge bir an önce kurulmalı!” 

Yaşadığı olaydan sonra Camiye gidemez olduğunu aktaran Suriyeli, ülkesinde hayatın dayanılmaz olduğunu, bundan dolayı Türkiye’ye kaçtığını söylüyor. Zor da olsa Türkiye’ye geçmeyi başardığı için kendini şanslı bulduğunu söyleyen Suriyeli; Türkiye, Birleşmiş Milletler ve Arap Birliği’nden Hatay Suriye arasındaki tampon bölgeyi bir an önce kurmalarını istiyor.

Çocuklarının yanında kadına tecavüz 

Beşşar Esed’in ordusunun El Cenudiye’ye bombalama yaparak girdiğini anlatan Suriyelinin anlattıkları ise insanın kanını donduruyor. Telsiz dinlerken Esed’in askerlerinin başındaki bir komutanın, ölen sivillerin cesetlerinin toplanması yönünde emir verdiğini belirten Suriyeli, toplanan cesetlerin satıldığını öğrendiğini anlatıyor. Esed’in askerlerinin bir eve düzenledikleri operasyon sonucunda, evdeki kadına tecavüz ettiğini belirten Suriyeli, şahit olduğu olayı şöyle aktarıyor: “Bir başka olaya yine tanıklık ettim. Subaylardan biri tutuklulardan birine, ‘Çocuğun var mı?’ diye soruyor. Tutuklu, ‘evet üç tane çocuğum var’ diyor. ‘İyi o zaman’ diyor subay, ‘git eşini getir de çocuk sayısını ben beşe çıkarayım’ deyip adamın kasıklarına vuruyor. Daha sonra da evdeki kadına adamın gözü önünde tecavüz etmek istiyor. Ben bunlara bizzat şahit oldum.” 

“Esed’in resmine secde ettiriyorlar” 

Hafız Esed ve oğlu Beşşar Esed’in yetiştirdiği neslin masum insanların namusuna göz diktiğini anlatan bir başka Suriyeli ise kendi yaşadığı olayı şöyle anlatıyor; “Sabah namazına Camiye gittim. Gece boyunca bombardıman devam etti. Camiden dönerken 6-7 cesedin yerde yattığını gördüm. Kimse cesetleri almaya cesaret edemiyordu. Çünkü bombardıman durmuyordu. Eve geldiğimde Esed’in askerleri evime girdiler ve beni aldılar. Dayak attılar. İşkenceye maruz kaldım. Sonra Beşşar Esed’in fotoğrafını yere koydular. Bana ‘bu fotoğrafa secde edeceksin’ dediler. Beni elektriğe bağladılar. Bakın koluma işte. Sonra üst düzey de bir subay geldi. ‘Kaç çocuğun var?’ diye sordu, Ben de ‘üç tane var’ dedim. ‘Git ve eşini getir ben onların sayısını beşe tamamlayacağım’ dedi. Çocuklarımın gözü önünde eşime ve bana çok eziyet ettiler.

Kaynak:Yeni Akit Gazetesi-22.03.2012

Komployu kullanan komplo

Yeni Akit Gazetesi’nden Mustafa Özcan, köşe yazısında Suriye konusundan hareketle oynanan komploya dikkat çekti.

Kendisini arayarak, Türkiye’nin Annan’ın planından memnun olup olmadığını, Güvenlik Konseyi’nde ABD ile Rusya’nın, misyonunu destekleme konusunda tam bir uyum içinde davrandıklarından hareketle Türkiye’nin yalnız kalıp kalmadığını ve Annan girişimi varken Türkiye’nin yeni bir Suriye’nin Dostları Toplantısı yapmayı planlamasının anlamı olup olmayacağını” soran Lübnan’da faaliyet gösteren El-Meyadin kanalının spikerine tokat gibi bir cevap verdi.

Özcan kanalın kurucusu olan ve İran’dan fazla İrancı, Beşşar’dan fazla Beşşarcı olarak tanımladığı Gassan Bin Ceddo’ya, “Derdiniz hakikat değil, propaganda. Hakikatleri tersyüz ederek Türkiye’nin istikametini değiştirmek istiyorsunuz. Yaptığınız ölüm propagandası. Katliamın medya ortağısınız. Türkiye biliyor ki, bu saatten sonra Suriye halkı, Beşşar denilen iktidar kabusuyla ve canavarıyla birlikte yaşayamaz. Artık kartları yanmıştır ve iktidarda kalması mümkün değildir. Siz ise suları tersine akıtmaya çalışıyorsunuz.” sözleriyle cevap verdiğini yazdı.

Özcan, yapılanları, “Ciyak ciyak dış müdahale geliyor diye bağırıp da bir komplo üzerinden Suriye halkının kıyılmasına seyirci kalanlar günah çıkartacakları yerde Türkiye pozisyonunda yalnız kaldı diye göbek atıyor ve Beşşar’a Türkiye üzerinden hayat öpücüğü göndermeye çalışıyorlar. Bu, komployu kullanan komplodur.” diye açıklamıştır.

Esad rejimini Arap dünyasındaki son Stalinist rejime benzeten Özcan, Rusya’nın da Suriye rejiminin hamiliğini yaptığını ve kapı kapı  dolaşarak onun adına destek istediğini belirtti.

İşte Özcan’ın o yazısı:

(MUSTAFA ÖZCAN/Yeni Akit)          Geçtiğimiz günlerde Lübnan’da yeni yayın faaliyetine başlayan El-Meyadin Kanalı’ndan aradılar. Kanalın kurucusu olan Gassan Bin Ceddo daha önce el Cezire’nin Lübnan temsilcisiydi. İran’dan fazla İrancı; Beşşar’dan fazla Bessarcı olmasından ötürü yardımcılarıyla bile ters düşmüş ve sonunda el Cezire’den kovulmuştu. Suriye devrimiyle birlikte Cezire Kanalı’ndan dökülenler arasındaydı. Luna eş Şibil gibi Gassan Bin Ceddo da objektif habercilik yerine safını belli etmiş ve halka karşı Suriye-lran cephesine dahil olmuştu.

Babası Tunus kökenli ve kendini laik olarak tanımlayan birisi. Annesi Lübnan’lı bir Maruni. Kendisi de Lübnan’da Hizbullah’a yakın ailelerden birisinin kızıyla izdivaç etmiş. Dinler ve mezhepler karması bir aile. Bizi o değil de yandaşlığı ve candaş medyacılığı ilgilendiriyor. Spiker bana Türkiye’nin Annan’ın planından memnun olup olmadığını sordu ve Güvenlik Konseyi’nde ABD ile Rusya’nın, misyonunu destekleme konusunda tam bir uyum içinde davrandıklarından hareketle Türkiye’nin yalnız kalıp kalmadığını sordu. Ve Annan girişimi varken Türkiye’nin yeni bir Suriye’nin Dostları Toplantısı yapmayı planlamasının anlamı olup olmayacağını sordu. TRT’nin et Türkiye Kanalı’nda yine Nuri Maliki’nin adamlarından birisi Türkiye’yi Suriye meselesinde sanki dünyada tek başına kalmış gibi gösterdi.

Ben de Türkiye’nin tutumunun Suriye halkını memnun etmekten uzak kaldığını ve ilk günlerine nazaran daha geri olduğunu hatırlattıktan sonra Körfez ülkelerinin ve AB ülkelerinin diplomatlarını çektikleri halde Türkiye’nin hala bu noktaya gelmediğini hatırlattım. Adamların derdi hakikat değil, propaganda. Hakikatleri tersyüz ederek Türkiye’nin istikametini değiştirmek. Yaptıkları, ölüm propagandası. Onlar katliamların medya ortaklan. Ve şunu söyledim: Türkiye biliyor ki, bu saatten sonra Suriye halkı, Beşşar denilen iktidar kabusuyla ve canavarıyla birlikte yaşayamaz. Artık kartları yanmıştır ve iktidarda kalması mümkün değildir. Siz ise suları tersine akıtmaya çalışıyorsunuz. 

Maalesef kendilerini sorgulayacaktan yerde kalkmışlar Türkiye’nin bu saatten sonra Suriye’nin canavar rejimine kol kanat germesini istiyor ve bekliyorlar. Kendilerini sorgulayacakları yerde, kalkmışlar her gün Türkiye yönetimine komut veriyor ve akıl dağıtıyorlar. Halbuki kendilerinin aklı ve vicdanı kararmış ve dağılmış. Baştan beri Amerikan komplosundan bahsediyorlardı.

Şimdi gelinen süreçte Suriye halkına karşı ortak Amerikan-Rus komplosu ortaya çıkmıştır. Lavrov son konuşmasıyla bunu açık etmiştir. (http://www. alarabiya. neV views/2012/03/23/202552. html ) Ben daha ilk günlerden itibaren Suriye’ye bir müdahale için aktör olmadığını söyleyip duruyorum. Ciyak ciyak dış müdahale geliyor diye bağırıp da bir komplo üzerinden Suriye halkının kıyılmasına seyirci kalanlar günah çıkartacakları yerde Türkiye pozisyonunda yalnız kaldı diye göbek atıyor ve Beşşar’a Türkiye üzerinden hayat öpücüğü göndermeye çalışıyorlar. Bu, komployu kullanan komplodur.

Lavrov, Suriye konusunda ABD ile ortak noktaya geldiklerini söylüyor. Peki, nerede Amerikan ve İsrail komplosu? Halbuki, Esat rejimi baştan beri uluslararası bir komplonun ürünüdür. Esat’lar hanedanlığı uluslararası bir pazarlığın ürünüdür. Çakal Karlos dahi kendisinin baba Esat’la Amerikalılar arasındaki pazarlık sonucunda ülkeden çıkmak zorunda kaldığını söylüyor. Bununla birlikte ABD, Apo konusunda neden bir gün olsun Esat’a baskı uygulamadı da Atilla Ateş Paşa’nın tehdidinden sonra salınıma terkedilen Apo’yu kendi şartlarında Türkiye’ye teslim etmeyi yeğledi? Türkiye’yi mi, Apo’yu mu yoksa kendi çıkarlarını mı düşündü? Muallim ‘bizde petrol yok Batılılar saldırmaz’ diye inim inim inlerken Batılıların saldıracağını çıkaran Muallim hayranı gazeteciler şimdi Türkiye’nin yalnızlığına takmışlar! komplo sever embeddedler ordusu! Semih İdiz gibilerine göre çıkarlarımız gereği Kafkaslar’da Azerbaycan’a karşı Ermenistan’la, Suriye’de ise halka karşı Suriye-İran ekseniyle birlikte olmalıyız. Onun ötesinde de nükleer meselede İran karşısında Batılı ülkelerin safında olmalıyız. Real politik dediğin böyle olur! Belli ki bu adamların kafaları dönmüş ve sayı saymayı bile unutmuşlar. Ne yazdıklarını da bilmez olmuşlar. Real politik sarhoşları! 

ABD ve Rusya ve diğerleri Suriye’de azınlıkları yeğliyorlar. Böylece İslam dünyasının potansiyelini kontrol altına almak istiyorlar. Azınlıkların güçlenmesi iç çekişmeyi beraberinde getireceği gibi çoğunluğun potansiyelini de atıl kılacaktır. Hesap bu. Bunu ilk söyleyenlerden birisi siyaset kurdu Velit Canbolat olmuştur. Babasını Suriyeliler öldürdüğü için uzun yıllar Hariri ile ortak olmuştur. Suriye’de ve Lübnan’da Amerikalıların kalleşliklerini en yakından tanımış bir isimdir. Hillary, Libya’da Kaide’den bahsetti peki şimdi Libya’yı Kaide mi yönetiyor? Öyleyse bu bayat ve kullanım tarihi geçmiş iddiaları Suriye noktasında niye tekrar ediyorlar? Esat’ı yeğlemek için bir korkuluğa ihtiyaçları var. Lavrov’un Sünniler geleceği için Beşşar’ın kalmasını yeğlemesi İki hususu göstermektedir.

Komünist arka planlı yeni Rus idaresi de İslam düşmanıdır ve ikinci kademe de ise islam dünyasının ortak paydası olan Sünnilik düşmanıdır. Zira bu zeminde bir birliği dünya bir araya gelse zapt edemez. İnanın Lavrov’un endişesi ile İsrailli general Amos Gilad’ın endişeleri arasında milim fark yoktur. Esat rejimi de Arap dünyasındaki son Stalinist rejimdir. 

Dolayısıyla tencere yuvarlanmış kapağını bulmuştur. Rus rejimi Suriye rejiminin hamiliğini yapıyor ve kapı kapı dolaşarak onun adına destek istiyor. Lavrov Arap Birliği’ne giderek Beşşar için destek toplamaya çalışırken Kahire elçisi de İhvan merkezine giderek onları Beşşar için ikna etmeye çalışmış. Buna mukabil, Mürşit Muhammed Bedii Suriye’de akan kanlardan dolayı Rusları sorumlu tutmuştur.

Sonra Suriye’yi kimin yöneteceğine halkı karar vermeli değil midir? Şiisinden sünnisinden Ruslara ne? Ruslar böylece pervasızca Suriye’nin ve İslam aleminin içişlerine karıştıklarını belgelemişlerdir. Korkunun ölüme faydası olmadığı gibi er geç korktukları başlarına gelecek ve kapılarını çalacaktır. Zulüm hamiliği karşılıksız kalmaz.

25.03.2012