İslamcı yazarlar, Sezai Karakoç, Abdülaziz Tantik ve Atasoy Müftüoğlu’nun Suriye konusunda yaptıkları açıklamaları değerlendiren Milat Gazetesi’nden Nevzat Çiçek, üç görüş içerisinde bazı görüşlerin özellikle sol tabanlı görüşlerle aynı paralelde olduğuna diikat çekerek, bu görüşlerin “İslamcıların bir dönüşümü mü yoksa Ulusalcı bir İslami söylem mi?” diye sorar.
Diktatör tanımının Saddam için geçerliyken, Esed için neden geçerli olmadığının altını çizen Çiçek, “Müslümanlar üçüncü bir yol sunmalıdırlar, ancak bu yolu sunarken orada ölen halkı aşağılamaktan, işbirlikçi ilan etmekten ve yaptıklarıyla Batının kucağına itmekten vazgeçmelidirler.Haksızlık kimden ve kime karşı gelirse gelsin karşı durmak zorundayız.” değerlendirmesinde bulunmuştur.
(NEVZAT ÇİÇEK/Milat Gazetesi)
İşte o yazının tamamı:
Suriye’deki katliam başladığı andan itibaren Türkiye’de bir kısım dindarın kafası oldukça karıştı. Bunun en büyük sebebi İran’ın Suriye olayları karşısında sunduğu argümanların varlığıydı. Bugün hala 30 yıl öncesinin devrim ruhu ile meseleyi okumaya çalışanların, dünya gerçeklerinden koptuklarını görmek mümkün. Bu bakımdan aşağıda dindar camianın üç farklı Suriye algısını sizlere sunarken, aslında meseleye bakışımızı da tekrardan sorgulamamız gereğini hatırlatma ihtiyacı duyuyorum. Bu alıntılardaki kastım öne çıkan üç üstada karşı saygısızlık değil, bilakis bu kafa karışıklığının nasıl giderilmesi gerektiği noktasında ve Suriye olaylarının bitirilmesi noktasında onlardan bir reçete koparma isteğidir.
Geçen hafta kamuoyuna yansıyan üç farklı değerlendirmenin en önemli özelliği bence dindar camianın kendi mahallelerinde yaptığı tartışmaları da özeti olmasıdır.
İlk değerlendirme Sezai Karakoç’tan geldi. Büyük Diriliş Partisi Genel Başkanı Sezai Karakoç’un, 7 Nisan 2012 tarihinde parti binasında yaptığı konuşmasında, ABD ve Avrupa ülkelerinin Türkiye’yi Ortadoğu’da büyük bir tuzağa çektiğini söylüyordu; “Şimdi Batı bize diyor ki, Suriye’de kötü bir yönetim var. Orada halk ile devlet arasında problem var, masum insanlar ölüyor. Bu işi siz halledin, siz çözün, insanların ölümünü seyir mi edeceksiniz? Şüphesiz Müslümanlar asla seyir etmez, ama bu meselenin çözümü silahla olmaz. O yönetimi uyaracak olan kılıç değil kalemdir… Bugün Türkiye çok büyük bir tehdit ile karşı karşıyadır. Şimdiye kadar Müslümanların başına gelen zulümlerde hiçbir zaman Batı Türkiye’ye gel sen buna karış dememişti. Tam tersine kendisi işgal ettikten sonra, gel bize destek gücü ver demişti. Afganistan’da Bosna’da böyle oldu. Katliamlar olurken bizi sokmadılar, katliamlar oldu, bitti kendileri girdiler ve destek için çağırdılar… Bugün Türkiye ile İran’ı Suriye’yi çarpıştırmak istiyorlar. Çok açık. Eğer bu oyuna gelirlerse, Suriye de, Türkiye de, İran da mahvolacaktır. Bunun arkası da tüm İslam âleminin istilasıdır… Türkiye İran ve Suriye arasında tek bir kurşunun atılmaması gerekiyor. Aradaki meseleleri çözemeyecek tek şey varsa o da silahtır.” Diyordu.
Karakoç’un bu değerlendirmeleri dışında Abdülaziz Tantik’in Timetürk’te yayımlanan makalesi de, başka bir görüşü bizlere sunuyordu. Tantik, “Mezhep Çatışması” başlığıyla yayımladığı makalesinde, “Bölgesel güç arayışlarında Sünnilik üzerinden bir güç devşirme çabası sadece gücün kaybolması ile neticelenir. Yine Şiilik üzerinden bir güç ekseni arayışı da aslında gücün kaybolması ve bu bölgede yeni arayışların varlığını kesinleyeceği gibi müdahil olma şartlarının oluşumunu da tetikler. Bu yüzden İran, Suudi Arabistan ve Türkiye’nin bu konuda çok daha ciddi adımlar atması kaçınılmaz. Türkiye’nin bu konuda çok temkinli davrandığı olayların seyrine bakıldığında anlaşılabilir. Ama İran ısrarla bu çatışmacı konsepti takip ederse kamuoyu desteğini kaybetmeye devam eder…Hiçbir insanın burnunun kanamasını kabul edemeyiz ki Müslümanların kanının dökülmesini kabul edelim. Bu anlamda Müslüman ülkelerin başındaki zalimlerin devrilmesi için gereken adımların atılması şarttır. Ama bunu yaparken bölücü ve fitne çıkarıcı argümanlar üzerinden iş görmek zulme ortak olmak anlamına geleceği için Müslümanlık adına bunu kabul etmek mümkün değil.
Durum açık: Despot rejimler yıkılacak ve halklar kendi iktidarlarını kendi imkânları ile oluşturacaklar. Önemli olan; halkın içinde bulunduğu bütün renklerin barış içinde yaşaması ve zulme karşı omuz omuza mücadele etmesidir. Yoksa asıl sorun yine azınlıkların başına gelecektir. Böyle bir şeyi öncelikli olarak bir Müslüman olarak kimse istememeli…” diyor.
Dindar Camianın önde gelen bir diğer aydınlarından Atasoy Müftüoğlu ise Diriliş Saati Dergisi’ne verdiği röportajında Arap Baharı’nı farklı bir gözle okuyor, Müftüoğlu’na göre, Suriye’de bir intifada yok; “Amerika, 11 Eylül sonrası oluşturduğu bir strateji bağlamında, “bu saldırıyı, istediklerimizi yaptırmak için kullanmalıyız” şeklinde bir tercih oluşturmuştu. Suriye’nin önce İran yörüngesinden çıkarılması gerekiyordu. İsrail için tehdit olmaktan çıkarılması gerekiyordu. Direniş hareketlerinin Şam’dan çıkarılmaları gerekiyordu. Bütün bunları gerçekleştirmek üzere Suriye’de derme-çatma bir muhalefet imal edildi… Yaşadığımız olayların Suriye Halkının, Libya halkının öncelikleriyle, beklentileriyle, sorunlarıyla ilgisi yok. Olup bitenler güç ve çıkar politikalarıyla ilgili. Ben öteden beri muhalif unsurların Amerikan, Fransız, İngiliz, İsrail gizli servisleri tarafından kışkırtıldıklarını, bir ayaklanma için hiç bir hazırlıkları olmadığı halde yönlendirildiklerini, manipüle edildiklerini, Suriye’de bir intifada olmadığını vb. söylüyorum…Suriye konusunda da görülebileceği üzere halklar kendi gelecekleriyle ilgili olarak karar verme iradesine sahip değiller. Suriye İhvanı bile, “sivil demokratik modern devlet” istiyor. Türkiye’de de görüldüğü üzere; cemaat/cemaatler, partiler, hareketler yalnızca “pragmatizm” temelinde faaliyet gösteriyor. Yeni dünya düzeninde, İslamcı mücadeleye karşı, siyasal İslama karşı laiklikle uzlaşmış/bütünleşmiş, Avrupa kültür ve kurumlarıyla sorunu olmayan, ılımlı-edilgin-pasif bir Müslümanlık üzerinde çalışılıyor. Amerika, Suriye konusunda yapmak istediklerini paylaşımcı ilişki stratejisine dayanarak Türkiye aracılığıyla gerçekleştirmek istiyor…” diyor.
Gerek Sezai Karakoç’un, gerek Abdüülaziz Tantik’in gerekse de Atasoy Müftüoğlu’nun haklı oldukları tarafları herkes kendisine göre alacaktır, burada benim dikkatlere sunmaya çalıştığım olgu bu üç görüş içerisinde bazı görüşlerin özellikle sol tabanlı görüşlerle aynı parelerde kendisine zemin bulması. Burada İslamcıların bir dönüşümü konusu mu yoksa Ulusalcı bir İslami söylemle mi karşı karşıyayız bunun değerlendirilmesi lazım.
Batının bütün yaptıklarını fikri, mezhepsel ve emperyal duygular üzerinden okuyanların, bu noktada tahlil yapanların öncelikle kendilerine şunu sorması gerekiyor; zulmün tanımı, nereden geldiğine bakılarak değişebilen bir kavram mıdır? Zulüm karşısında halk bedel ödemeye razı olmuşsa kendisi için bunun doğru olduğuna karar vermişse gelecek üzerinden okumalar yapılarak yapılanlar sorgulanabilinir mi? Diktatör tanımı Saddam için geçerliyken, Esed için neden geçerli değil.
Müslümanlar üçüncü bir yol sunmalıdırlar, ancak bu yolu sunarken orada ölen halkı aşağılamaktan, işbirlikçi ilan etmekten ve yaptıklarıyla Batının kucağına itmekten vazgeçmelidirler.
Suriye konusunda halkın direnişini batının bir argümanı gibi sunanlara herhalde şunu hatırlatmak gerekiyor; Mekke’de o dönem hakim olan zulüm düzenine karşı hazırlanmış bir sözleşme olan ve Hazreti Muhammed’in ““İslam’da da böyle bir cemiyete çağrılsam, yine icabet ederim” dediği “Hılf-ul Fudul, Erdemliler Sözleşmesi’ni nereye koyacağız.
Haksızlık kimden ve kime karşı gelirse gelsin karşı durmak zorundayız.
17.04.2012
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder