26 Nisan 2012 Perşembe

Yanlışlardan doğru üretmek

(MUSTAFA ÖZCAN/Yeni Akit Gazetesi)         Mustafa Özcan Şiilerle ABD arasındaki gizli ittifakı bir kez daha deşifre etti. Şiiliğin tarihinden alıp son yıllardaki Türkiye’nin Ortadoğu politikalarına da izah getiren Mustafa Özcan Irak’taki ABD İran ittifakıyla ilgili de şunları yazdı:

“Kaldı ki Türkiye’nin bir biçimde 1 Mart tezkeresini onaylamaması karşısında İran, görünmez tezkeresini onaylamış ve yıllardan beri İran’da sürgünde yaşayan Iraklı muhalifler İran’ın yeşil ışığı sayesinde Amerikan tanklarıyla birlikte Irak’a dönmüşler ardından da Amerikan şemsiyesi altında siyasi sürecin mimarları olmuşlardır”

İşte o yazının tamamı:

Özellikle Suriye konusunda kafalar epey karışık. Netleşme zaman alacak.

Lakin kafa karışıklığı veya bulanıklığı daha ziyade zihni. Dışarıda, hariçte böyle bir bulanıklık yok. Bilgi eksikliği ve kirliliği ve bilgiyi düzene koyamamak kafa karışıklığının temel nedenleri arasında bulunuyor. Bu kafa karışıklığını izah etmek için bir okur mektubunu tahlil etmek istiyorum: “Bizim Başbakanla, Cumhurbaşkanıyla ailecek görüşüp tatil yapabilecek seviye gelen muhabbetler, ortak bakanlar kurulu toplantıları, neredeyse nüfus cüzdanı ile geçişlere birden bire ne oldu?

Bunlar yaşanırken Suriye; İran’ın, HAMAS’ın, Hizbullah’ın dostu değil miydi? İsrail’in, ABD’nin düşmanı değil miydi? Suriye’yi yönetenlerin mezhebî kimliği bilinmiyor muydu? PKK’nın faaliyetlerini durdurmamış mıydı? İran, Hizbullah Şii değil miydi? İran, 1400 yıldan beri Şii değil miydi? Suriye’de Hama katliamı yaşanmamış mıydı? Bu katliamı Beşşar’ın babası yapmamış mıydı? Bizimkiler sonradan mı öğrendi? Ne oluyor Allah aşkına?”

Mesele hiç de okurun feryat ettiği gibi değil. Sözgelimi, geçmişte Hizbullah’ın İran eksenli veya Şii kökenli olduğunu ifade etmek bir tabu ve vahdete mugayir bir yaklaşım olarak tepki görüyordu. Bunun tanıklarından biri benim.

Yeni Şafak’ta yazdığım sıralarda Hizbullah’ı tanımlamak için ‘Şii’ ibaresi kullandığımızda mezhepçilik yaptığımız ileri sürülüyordu. Şimdi ise okur tersinden ‘madem öyleydi neden uyarılmadık?’ diye soruyor. Dolayısıyla her iki halde de suçlanıyorsunuz. Peki fikri takibi olmayan okurun bu kafa karışıklığında hiç mi kusuru yok?

Suriye’nin PKK’nın faaliyetlerini durdurması dostluğumuzun bir eseri değil Atilla Ateş Paşa’nın tehditlerinin bir meyvesidir. Burada da okur kafa karışıklığını meşrulaştırmak için süreci yanlış bir yerden başlatıyor.

Kaldı ki, İran’ın 1400 yıldır Şii olduğu falan da yok. Bu süreç 1501 tarihi itibarıyla başlıyor. Daha önce İran’da ekseriyet Sünni ve ülke Selçuklular tarafından yönetilmektedir. 

Akkoyunlular döneminde de ülke Sünni bir yapıya haiz. İran kılıç zoruyla Şiileştiriliyor hatta bu zorla Şiileştirme kampanyası bir buçuk yüzyıla yayılıyor. O sıralarda Anadolu-İran sınırları kapalı olduğundan ve arada bir sıcak ve soğuk savaş yaşandığından Şiileştirme kampanyası Anadolu’ya sıçrayamıyor.

‘Ne oluyor Allah aşkına?’ sorusunun yanlış bilgileri tashih etmekten başka cevabı yok. Suriye’de temel ayrışma halk ile iktidar ayrışmasıdır. Bu ayrışmada İran, rejimden yana düşmüş Türkiye ise halkı tercih etmiştir. Bunu hazmetmekte zorlanıyorsanız bu sizin meselenizdir. Hariçte böyle bir sorun yok.

Yanlışları alt alta toplayıp onlardan doğru üretmek ancak simyacılıkla veya sihirbazlıkla veya kara büyü ile açıklanabilir. Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olursanız cehl-i mürekkep sahibi olursunuz. Yarım hoca dinden, yarım doktor candan, yarım bilgi de doğrudan eder. Bu cehli izale ise fevkalade müşkildir. Günümüzde simyanın yerini mugalata/aldatmaca almış vaziyettedir.

Şimdi Türkiye’nin Suriye’deki aktif politikasından rahatsız olanlar Türkiye’nin Şii-Sünni savaşına kapı araladığını vehmediyorlar. Bu takım 2006 veya 2007 yılında da Türkiye’nin Lübnan’da görev yapacak BM barış gücüne istihkam birliği göndermesini de Hizbullah’la çatışma zemini üretmek olarak değerlendirmişti.

Bütün ulusalcı kesimler ve İran yanlıları bugünkü gibi o gün de vaveyla koparmışlardı. Sadece Fadlallah bu koroyu bozmuştu. Amaç, Türkiye’nin Ortadoğu’dan uzak tutulması ve İran için de dikensiz bir gül bahçesi haline çevrilmesiydi.

Yine o dönemde Lübnan’a asker sevki kararı, 1 Mart tezkeresi ve Amerika’nın Irak’ı işgaliyle karşılaştırılıyordu ve yansıtılıyordu. Bu kesimler bu meseleyi niye unuttular? Korktukları başlarına geldi mi? BAK adlı bir grup Türk askerinin dışarıya sevkine kategorik olarak karşı çıkıyordu. Sadece BAK’a bak denilebilir! Dünün muhasebesini yapmayanlar yine basmakalıp ve ezber suçlamalarla karşımıza çıkıyorlar. Türkiye’yi Ortadoğu’da İran’ın gündemine hapsetmek istiyorlar. Beşşar geçmişte Türkiye’yi geniş fezasından ve çevresinden yalıtacak mihverler öneriyordu. İran, Irak, Suriye ve Türkiye mihverinden bahsediyordu. Türkiye bu mihverde tek kalınca elbette ki onların uydusu olacak ve dümen suyundan gidecekti. Ali Ekber Salihi de Davudoğlu’na benzer teklifler sunuyordu. Türkiye’yi çembere almak istiyorlardı.

Suriye konusunda baştan Türkiye’nin Amerikan gündeminin parçası olduğunu ilan edenler meselenin netleşmesiyle birlikte bu sefer de Türkiye’nin yalnız kaldığını söyleyerek düzünden vurdukları gibi tersinden de vuruyorlar. Halbuki Türkiye 2005 yılında Suriye’nin yalnızlığını kırdı. Lakin o zaman Arap Baharı ve halkın galeyanı yoktu. Yani hangi politikayı izleseniz nazarlarında yanlışa düşüyorsunuz. Türkiye mi yanlış yoksa onlar mı tatminsiz? Varsın Türkiye doğru yolda yalnız ve tek başına kalsın. 1 Mart tezkeresi günlerinde aynısı söylenmedi mi? Bu sizi niye rahatsız ediyor? Bedel ödemekten mi korkuyorsunuz yoksa Suriye rejimini kayırma gibi gizli ve şifası olmayan bir derdiniz mi var? Türkiye’yi bölgeden dışlamak isteyenler bir biçimde İran tekelistanına müzahir oluyor ve onun gündeminin parçası oluyorlar.

Yine bazı yazar ve çizerler Türkiye’nin Suriye meselesiyle ilgilenmesini Irak meselesiyle karıştırıyorlar. Irak’ta bir milyon kişi ölmüş Suriye’de de tekerrür edebilirmiş! Türkiye Irak’ta ölenlere seyirci kalmış burada ise tersini yapıyormuş. Türkiye’nin Irak politikaları elbette ki eleştirilebilir. Zira öyle noktalar da var. Lakin Türkiye Amerikan işgaline aktif bir destek sunmamıştır. Bundan dolayı Rumsfeld Irak’ta başlarına gelenlerin Türkiye yüzünden olduğunu söylemiştir.

Kaldı ki Türkiye’nin bir biçimde 1 Mart tezkeresini onaylamaması karşısında İran, görünmez tezkeresini onaylamış ve yıllardan beri İran’da sürgünde yaşayan Iraklı muhalifler İran’ın yeşil ışığı sayesinde Amerikan tanklarıyla birlikte Irak’a dönmüşler ardından da Amerikan şemsiyesi altında siyasi sürecin mimarları olmuşlardır. 

Bunların bir milyon kişinin ölümünde hiç mi dahli yok? Bugün de Irak’ı onlar yönetiyor. Kimileri bunu siyasi uyanıklık olarak görebilir ve meşrulaştırabilir. Lakin ahlaki olarak meşrulaştırıp da insanlığı öldürmeyelim! İkinci olarak, Irak’taki bir milyonluk kaybı Suriye’ye uyarlamak kuruntu ile Esat’a ölüm fetvası vermektir. Vicdan bunun neresinde? 

Meseleye İran zaviyesinden bakanlar hakkaniyetten uzak duruyorlar ve mevhum korkularla Suriye halkının katline cevaz veriyorlar. Ortadoğu’ya İran penceresinden bakanlar onun projelerinin de maşası olmuş oluyorlar. Ama vicdanlarını karartanlara söyleyecek sözümüz yok.

Kaynak: Yeni Akit Gazetesi- 22.04.2012

Türkiye Başbakanına ABD ağır vaatler vermiş!

Son aylarda İran’dan Türkiye’ye yönelik yapılan tahrikkar yorumların bir benzerini de İran Devrim muhafızları Veliyi Fakih Temsilcisi Ali Sayidi sarfetti.

Ali Sayidi Başbakan Erdoğan için ya Osmanlı rüyası görüyor, ya da ABD’nin vaadleri karşısında İslam Dünyasının lideri olmayı arzuluyor” şeklinde ağır eleştirilerde bulundu, AK Parti’yi İsrail, ABD ve İngiltere ile aynı safta yer almakla itham etti.

İşte İran yanlısı Mehr Haber Ajansı’nda yayınlanan haberin tamamı

Tahran, 10 Nisan 2012 – Mehr Haber Ajansı

MHA – İran İslami Devrim Muhafızları (Sepah)’ndaki Veli-yi Fakih Temsilcisi Hüccetülislam Ali Sayidi, Mehr Haber Ajansı ile yaptığı söyleşide; Suriye aleyhine komplolar konusunda, Arabistan Rejimi’nin ve Katar’ın Amerika’nın ve “Batı’nın piyonu” rolünü oynadıklarını belirterek, Ortadoğu bölgesindeki denklemlerin Arabistan, Katar ve bazı bölge ülkelerinin lehine gelişmediğini ve de bu rejimlerinin tarihinin bittiğini söyledi.

Konuşmasında, Suriye’deki gelişmelerde Türkiye’nin rolüne de işaret eden Hüccetülislam Sayidi, Türkiye Başbakanı’nın Suriye olaylarında “birkaç rolü” birden oynamaya çalıştığını söyledi.

Hüccetülislam Sayidi, Türkiye Başbakanı Erdoğan’ın ya Osmanlı İmparatorluğu rüyası gördüğünü ya da Arabistan ve Mısır’daki koşulların düşüşünü dikkate alarak kendisinin İslam dünyasına rehberlik görevini üstlenmek istediğini belirterek, elbette bunun dışında Amerika’dan kendilerine oldukça ağır vaadler verilmiş olma olasılığının da bir diğer sebep olabileceğini söyledi.

Türkiye Başbakanı Erdoğan’ın Suriye’deki gelişmeler konusundaki konuşma ve tepkilerinin asla beklenenden uzak ve ön görülemez olduğunu söyleyen Hüccetülislam Sayidi, hiç kimsenin, Adalet ve Kalkınma Partisi liderinden bir taraftan, görünüşte Siyonist Rejim karşıtı olup diğer taraftan Siyonistlere jest yapmasını ve de Amerika ve İngiltere’nin yanında olmasını beklemeyeceğini ifade etti.

Hüccetülislam Sayidi, bu tarz iki yüzlü davranışların Türkiye Başbakanı’nın aleyhine olacağını ve Bay Erdoğan’ın partisinin güçlü bir şekilde İslami Uyanış’ın yanında yer alıp, Siyonist Rejim’e karşı dikilmesi ve İran’ın ve direniş cephesinin yanında olarak daha fazla başarılara zemin hazırlaması beklentisinde olan Müslüman Türkiye halkının tahammülünün olmadığına inandığını belirtti.

Müslüman Kardeşler İran'a tepkili

Ürdün’deki Müslüman Kardeşlerin lideri Hemmam Sait, İran’ı Suriye rejimine verdiği destek nedeniyle eleştirdi. Sait, düzenlediği basın toplantısında, “Bizler Müslüman Kardeşler olarak, özgürlük isteyen Suriye halkına karşı, Suriye rejimini para ve silahla destekleyen İran’ı şiddetle kınıyoruz” dedi.

Hemmam Sait, geçmişte İran’la olumlu ilişkilerinin olduğunun altını çizerek, “Eskiden İran’a, Siyonizm ve ABD karşıtı duruşundan dolayı sempati besliyorduk. Ancak İran’ın Suriye olaylarında halkın değil, baskıcı yönetimin yanında yer alması bizi derin bir hayal kırıklığına uğrattı” diye konuştu. Sait, artık İran’la aynı tarafta olmalarının mümkün olmadığını kaydetti.

Kaynak: Yeni Akit Gazetesi-24.04.2012

ABD-İran kardeşliği tam gaz

İran her fırsatta ABD düşmanlığı yapıp İslam dünyasının gözünü boyamaya çalışıyor ama İran ABD arasındaki ticaretin devam etmesi, bu oyunu gözler önüne seriyor.

Sert uluslararası söylemlere rağmen, Amerika Birleşik Devletleri ve İran arasında ticaret gelişmeye devam ediyor. 2011 yılında İran, ABD Nüfus Bürosu istatistiklerine göre, Amerika’dan 229 milyon dolar değerinde mal ithal etti, satışlar 2012’de de devam ediyor.

Mart ayında İran, ABD’den 120 bin ton buğday satın almak istediğini açıkladı. Öte yandan, ticaretin çoğunlukla tek yönlü olduğu dikkat çekici. 

2011 yılında, ABD İran’dan büyük ölçüde sanat eserleri ve antikalardan oluşan 888 bin dolarlık mal ithal etti. Bu rakam 2010 yılında 94 milyon dolardı.

İran ile ABD ticareti yıldan yıla önemli değişiklikler gösterdi. Şu an ABD-İran ticareti tamamı Asya ülkesi olan İran’ın ilk beş ticaret ortağı ile karşılaştırıldığında küçük. 2011 yılında İran’ın en yük ihracat pazarları Çin, Irak, Birleşik Arap Emirlikleri, Hindistan ve Afganistan oldu.

İran’ın ihracatının yüzde 18’den fazlası Çin’e gitti. İran’ın ithalatının yaklaşık yüzde 12’si de Çin’den geldi. Tahran’ın en büyük Avrupalı ticari ortağı ise Almanya, ancak sadece 13. sırada yer alıyor. ABD yaptırımları İran’a insani, tıbbi ve eğitim için gerekli mallara yasak getiriyor. Ama iki ülke insulin ve sakız gibi ürünler de dahil çok sayıda üründe şaşırtıcı bir ticaretin sürdüğünü gösteriyor.

2011 yılında ABD’den mal ithalatı yapan İran’ın en fazla aldığı ürünlerden bazıları ise söyle: Tereyağı, İnsülin, Ultrasonik cihazlar, veterinerlik aşıları, süt ve krema, antibiyotikler, sakız, güzellik ve cilt bakımı ürünleri, fasulye, kürdan, pil, salata sosları.

Kaynak: Milat Gazetesi-24.04.2012

Sasani milliyetçiliği ile hareket etmek İslam anlayışı olamaz

(MEHMET KURTOĞLU/Milli Gazete)          “1979’da İslam devrimiyle evrensel İslami duyarlılığa sahip söylemler geliştiren İran’ın icraatlarına bakıldığında; büyük bir tutarsızlık olduğunu, devrimin ilk yıllarından bugüne, dış politikasında mezhep (Şia) taassubu ve milli (Pers/Sasani) hassasiyetle hareket ettiğinin görüldüğünü belirten Milli Gazete yazarı Mehmet Kurtoğlu, “İslam devleti olarak devrimin ilk yıllarında, Suriye’de yaşanan Hama olayları sırasında Müslümanların katliama uğramasını görmezden gelmesi, bırakın kınamayı, üst düzey liderleriyle Nusayri rejiminin iktidara gelişinin bilmem kaçıncı yılını kutlama etkinliklerine katılması oldukça düşündürücü” olduğunu söyledi.”

Mehmet Kurtoğlu’nun yazısının tamamı:

1979′daki İslam devrimiyle evrensel İslami bir duyarlılığa sahip söylemler geliştiren İran’ın icraatlarına baktığımızda; büyük bir tutarsızlık olduğunu, devrimin ilk yıllarından bugüne, dış politikasında mezhep (Şia) taassubu ve milli (Pers/Sasani) hassasiyetle hareket ettiğini görürüz. Bir yandan evrensel İslami duyarlılığı öne çıkararak İslami hareketlerin arkasında olduğu söylemini geliştirirken, diğer yandan katliama uğrayan Müslümanların sıkıntısını görmezden gelmekte, hatta bu kıyımları gerçekleştiren diktatörlerle sıcak ilişkiler kurmaktan kaçınmamaktadır.

İslam devleti olarak devrimin ilk yıllarında, Suriye’de yaşanan Hama olayları sırasında Müslümanların katliama uğramasını görmezden gelmesi, bırakın kınamayı, üst düzey liderleriyle Nusayri rejiminin iktidara gelişinin bilmem kaçıncı yılını kutlama etkinliklerine katılması oldukça düşündürücüdür. O yıllarda İran’ın bu davranışı, devrimin henüz yeni olduğuna bağlanarak geçiştirilmeye çalışılmıştır. İran’ın bu davranışını, o yıllarda devrimin henüz yolun başında olduğunu kabul ederek sessiz kalmasını doğru bulsak bile bugün, Suriye’de on binlerce insanın öldüğü ve katı Nusayri rejiminin şehirleri bombaladığı bir dönemde ortaya koymuş olduğu tutumunu nasıl açıklamalıyız? Bırakın bu konuda İslami hassasiyet göstermesini, devrim muhafızlarını bu ülkeye göndererek bilfiil katliama iştirak etmesini nasıl meşru görebiliriz? Bu katliama iştirak etmek acaba hangi mezhebin fıkhında yazıyor? İran, devrim yaptığı günden bu yana otuz yılı aşkın bir süredir İsrail ve Amerika’ya meydan okuyor. Ama bu meydan okumanın hiçbir zaman somut bir göstergesi olmamıştır. Hatta İran Irak Savaşı’nın en şiddetli olduğu dönemde, Amerika ve İsrail’e karşı şiddetli muhalefetine rağmen, Amerika ile gizli ilişkiler kurmuş, silah almıştır. Bu anlamda İrangate Olayı, İran’ın savaş sırasında bir başarı olarak gösterilse de, gerçekte Amerika’nın başarısıdır. Çünkü sattığı silahlarla her iki Müslüman tarafın öldürülmesine yardımcı olmuş, savaşın uzamasına katkı sağlamıştır. İranlı veya Iraklı olsun ölenler Müslüman’dır, öldürenler Müslümanlardır. Sonucu ne olursa olsun burada Kuran’ın ruhuna aykırı bir davranış vardır.

İran’ın Müslüman bir devlet olarak, Amerika’nın Irak’a müdahalesinde fiili olarak yer almasa da Irak Şiilerinin Amerika ile birlikte hareket etmesinden duyduğu memnuniyet ve son olarak oğul Esad’ın bir yılı aşkın süredir Suriye’de yaptığı katliamı hem sözlü hem fiili olarak desteklemesi İran’ın İslam devleti olarak durduğu yeri göstermesi açısından oldukça manidardır. Bunu yalnızca Saddam ile olan husumetiyle açıklamak doğru değildir.

İran’ın, Golon tepelerini İsrail’e bırakan, Müslümanları neredeyse yarım asırdır inim inleten Esat rejimini desteklemesi, İslami duyarlılığın değil, mezhebi taassubun getirdiği bir durumdur. Bu anlamda Suriye’de ölen her Müslüman’ın akan kanından Esat kadar İran’da sorumludur. Mekke’de ölen 600 İranlı hacı için Humeyni; “Saddam affedilir ama Fahd affedilmez” demiş ve ardından, “Mescid-i Haram zemzemle yıkansa dahi artık temizlenmez” diye çıkışmıştı. Acaba “Suriye’de ölen on binin üzerinde Müslüman’ın kanın aktığı toprakları hangi su temizler?” diye sormak gerekir Ayetullahlara…

Suriye’de bugün büyük bir trajedi yaşanıyor. Esat rejimi kilit noktaları elinde tutarak istediği gibi insanları katlediyor, dünya ülkeleri iki bloğa ayrılmış Suriye topraklarında güç gösterisinde bulunuyorlar. Bir tarafta ‘Şii Hilali’ni destekleyen İran ve onun arkasındaki Lübnan, Çin ve Rusya, öbür tarafta ‘Sunni Hilali’ni destekleyen Türkiye, Suudi Arabistan. İsrail, Avrupa ve Amerika’nın Suriye muhalefetine desteklerindeki samimiyetleri ise oldukça şüpheli. Amerika ve Avrupa’nın bu kararsız tutumunun arkasında Esad rejiminden sonra gelecek iktidarın İsrail’e yaklaşımının nasıl olacağı endişesi yatmaktadır. Çünkü mevcut Esad rejimi İsrail’in emniyet supabıdır. Bugün Mısır’daki halk ayaklanmasının ortada kalmasının arkasında yine İsrail’in güvenlik problemi yatmaktadır. İsrail’e güven vermeyen iktidarların devrimle de olsa iktidara gelmesi engellenecektir.

Özellikle Suriye olaylarıyla birlikte gündeme gelen mezhep eksenli yorumlamaların doğru olmadığını söyleyenler bulunmaktadır. Sosyolojik bir gerçek olarak din/mezhep, fert ve toplumların refleksini/davranışını belirler. Çünkü her siyasi duruşun arkasında mutlaka bir inanç ve mezhep algısı vardır. Örneğin, İslam’ın cihat ruhunu göz ardı ederek Müslümanların siyasi davranışını yorumlamak mümkün değildir. Yine fakirliği erdem olarak kabul eden Hinduizm’in, kapitalizm karşısında direnmesi veya kazanması söz konusu değildir. Çünkü fakirliğin erdem sayıldığı bir toplumda, kapitalizmi sarsacak veya yıkacak bir hareket çıkamaz. Gandi’nin pasif direnişinin duygusal ve düşünsel arka planında Hinduizm’in etkisi vardır. Ayrıca imama kayıtsız şartsız tabi olmanın iman meselesi kabul edildiği ve muhalif bir siyasi bir mezhep olarak ortaya çıkan Şia’nın refleksiyle, sünni yorumun siyasi algısı farklıdır. Hatta Sünni yorum içinde Şafiiler ile Hanefilerin imam ve devlete tabi olma noktasında algı farklılıkları vardır. Dolayısıyla coğrafyaları tanımlarken dini/mezhebi ayrımı görmezden gelemezsiniz. Bu örnekler çoğaltılabilir.

İranlı düşünür Daryuş Şeyağan, İslam devrimini de içine katarak bugünkü İran kültür ve medeniyetinin geri planında Zerdüştlük, İslam ve Batı’nın büyük bir etkisi olduğunu belirtir. Hatta bu anlamda “İran, İslam ülkeleri arasında düşünce misyonuna her ülkeden daha fazla sahip bir ülkedir. Bu yargı, ulusal bir taassubun eseri olmayıp bir gerçeği ifade etmektedir. Düşünce yolu, İslam dünyasının batısında yani Endülüs’te İbn Rüşd ile birlikte sona erdi. İbn Rüşd felsefesinin kaderi Batı düşüncesinin kaderi ile yoğrulmuştur.” diye ifade eder. Dolayısıyla İran’ın Suriye konusundaki tutumunu İslami olarak yorumlamak mümkün olmadığı gibi, ortaya koyduğu siyasi tutumu da ait olduğu millet/mezhep anlayışından ayrı düşünemezsiniz. Bu coğrafya üzerine ciddi tahliller yapmak istiyorsanız, mutlaka din/kültür ve medeniyet birikiminiz olmalıdır. Yoksa Oryantalistler gibi coğrafya hakkında yanılgılara düşebilirsiniz.

Suriye olaylarının daha büyük katliamlar yaşanmadan amacına ulaşması öncelikle İran ve Türkiye’nin çabalarıyla olacaktır. Asıl kötü olan bu toplumsal olayı mezhep taassubuyla katliama dönüştürmektir. Özellikle Esad rejimi, azınlık ruhuyla hareket ettiğinden, hırçınlaşmakta ve Birleşmiş Milletler’e verdiği ateş sözüne rağmen şiddeti arttırmaktadır. Esad, kan tutulması yaşadığından, döktüğü her kanın başka bir kanı çektiğini ve her dökülen kanın da kendisini boğacağını görememektedir. İran, bir İslam devleti olarak burada erdemli bir tavır geliştirmesi gerekir. Zira mezhep taassubu Suriye ile birlikte İran’ın da gözden düşmesine neden olacaktır. Nasıl ki, Birleşik Arap Emirlikleri’nde, Bahreyn’de Şii çoğunluğa Suni azınlığın hükmetmesi doğru değilse, Suriye’de de Ssünni çoğunluğa Nusayri azınlığın hükmetmesi doğru değildir. Zira Fransa olmak üzere Avrupalıların direktifiyle iktidara taşınan Nusayri Esad rejimini korumanın İslami hiçbir açıklaması olamaz…

21.04.2012

"Maliki hem ABD hem de İran tarafından desteklenmektedir

(YALÇIN AKDOĞAN/Star)         Kuzey Irak Bölgesel Yönetimin lideri Mesut Barzani, ABD ziyaretinin ardından Avrupa turunu tamamlayarak Türkiye’ye geldi, devletin zirvesi tarafından kabul edildi. Suriye-İran-Irak’ı kapsayan bölgesel denklemde Kuzey Irak yönetimi bizatihi bir aktördür, merkezi yönetimden ayrı olarak anlam ve öneme sahiptir.

Köklü ve etkili bir aileden gelen Mesut Barzani, Kürtler üzerinde yüksek güven katsayısına sahiptir. Türkiye medyasının önemli bir kısmı bugüne kadar Barzani’yi ‘aşiret reisi’ şeklindeki tanımlarla küçümseyen veya ‘büyük Kürdistan’ türü romantik çıkışlarını öne çıkararak tehdit olarak yansıtan bir tavra sahip oldu. Barzani’nin Kürtlerin hamiliğine soyunan tavırlarının ve duygusal çıkışlarının, bu olumsuz yayınları besleyen bir etki yapmadığı da söylenemez. Özellikle ‘Kürdü Kürde kırdırma’ propagandasından çekinen Barzani, PKK konusunda askeri işbirliğinden özellikle kaçınmıştır.

Bugünkü uluslararası denkleme bakıldığında görüntü şudur:

Barzani, kurulmasına katkı verdiği hükümetin başkanı Maliki’yi yerden yere vuruyor, merkezi yönetime karşı zehir zemberek açıklamalar yapıyor.

Suriye’de varolan dağınık ve etkisiz Kürt varlığı üzerinde etkili olmaya, muhtemel gelişmeler karşısında Kürtlerin anayasal pozisyonunu güçlendirmeye çalışıyor.

ABD’nin desteğini koruyarak bölgesel yönetimini geliştirmeye, özellikle enerji konularında sözsahibi aktör olmaya uğraşıyor.

Maliki ile zıtlaşan, İran ile ilişkileri gevşeyen, Suriye’deki riskleri göğüslemeye çalışan Barzani’nin yeni dönemin müttefiki olarak Türkiye’yi görmesi kaçınılmazdır. Mesut Barzani, Türkiye ile ilişkisinin PKK’nın gölgesi altında kalmasını istemiyor; PKK ve KCK’ya ‘yanlış yoldasınız’ uyarısı yapıyor, BDP’ye demokratik siyaseti adres olarak gösteriyor.

Gerçekten de terör, bölgeyi istikrarsızlaştıran, askeri müdahalelere ve dış mihrakların parmak karıştırmalarına elverişli hale getiren bir olgu. PKK hem Kürt meselesinin demokratik çözümünün önünü tıkayan, Kürtlerin hak ve özgürlüklerinin gelişim süreçlerini sabote eden bir faktör, hem de Kuzey Irak’ın gelişme ve istikrarını tehdit eden, Barzani’nin bölgesel etkinliğini daraltan bir çıbanbaşı… Terörün tırmanması Kuzey Irak için büyük bir sorun üretir. Kuzey Irak, özellikle içinden geçtiğimiz süreçte PKK’yı paranteze almak, PKK’nın eylemlerini dizginleyecek bir tavır geliştirmek durumundadır.
Türkiye’nin Barzani ile ilişkileri geliştirmesinden rahatsızlık duyanların başında PKK ve BDP geliyor. Selahattin Demirtaş, bu rahatsızlığı Radikal’e verdiği demeçte şöyle ortaya koydu: “Barzani iyi bir politikacıdır, bölgesel bir liderdir, iyi bir siyasetle bölgesini federal bölge yaptı ve bağımsızlığa götürüyor ama aynı karşılık Türkiye, İran ve Suriye Kürtlerinde yok. Kürtler, Talabani ve Öcalan’a karşı da aynı hissiyatı duyarlar. Bu liderlerden birini öne çıkarıp, alternatif haline getirip onun üzerinden sorunları çözme girişiminin sokakta, Türkiye Kürtlerinde karşılığı yok. Barzani’nin PKK üzerinde ikna gücü ancak Türkiye’de hükümetin çözme sürecine girmesi halinde olabilir, Barzani’nin Öcalan gibi PKK üzerinde talimat ve askeri bir baskı uygulama ve yönetme gücü de yoktur.”

BDP ne kendisinin PKK’nın silahsızlandırılması konusunda bir gücü olduğunu, ne de Barzani’nin böyle bir imkana sahip olduğunu söyleyerek, Öcalan’ı başat aktör haline getirmeye çalışıyor.Bu tavır, aslında PKK’nın Barzani ile nasıl bir inisiyatif mücadelesi içinde olduğunu da ortaya koyuyor. Demirtaş, bölgesel lider haline getirilmek istenen Barzani üzerinden Kürtlerle ilişki kurulmak istendiğini, endişe olarak dile getiriyor.

Türkiye’nin ne kendi vatandaşı Kürtlerle ilişkisini PKK üzerinden kurmak amacı vardır, ne de bölgedeki Kürtlerle ilişkisini Barzani üzerinden kurma girişimi… Barzani, bölgesel denklemde dikkate alınması gereken bir aktördür. Ama bu Kürt meselesinin Barzani üzerinden çözülmek istendiği, Kürtlerin hak ve özgürlük konularının Barzani ile değerlendirildiği anlamına gelmez. Türkiye ile Kuzey Irak arasındaki temel mesele PKK’dır ve gelişecek bir ilişki bu sorunu devre dışı bırakmalıdır.

Kürt meselesini yanlış zaviyeden değerlendiren muhalefet partilerinin, hamasi söylemlerle Barzani karşıtlığı yapması da çok anlamlı değildir. Bugünün dünyasında dış politika ‘dost-düşman’ algılarıyla yürütülmemektedir. Örneğin Maliki, hem ABD, hem İran tarafından desteklenmektedir. Esed’in gitmesinin doğuracağı risk algısı İsrail ve İran açısından farklı gerekçelerle de olsa benzer şekilde yansıtılmaktadır.

Barzani konusunda en azından ‘ihtiyatlı iyimserlik’ içinde olmak, sürecin somut ve samimi işbirliğine dönüşmesini murad etmek yerinde olacaktır.

19 Nisan 2012 Perşembe

İran turnusol kağıdı oldu

(EBUBEKİR SİFİL/Milli Gazete)          Suriye olayları İran’ın bölgeye ve İslam Dünyası’na yönelik siyaseti için turnusol kâğıdı oldu adeta. Biz İran’ın itikadî/mezhebi yayılmacılık politikası izlediğini, hatta mezhepçiliğin dış İran’ın dış politikasının temelini teşkil ettiğini söyledikçe aramızdan birileri bizi mezhepçilikle, dar görüşlülükle, emperyalizmin ekmeğine yağ sürmekle ithama devam etti.

Oysa herşey o kadar açık ki!…

Timetürk muhabiri Mustafa Öztürk, Lübnan’daki Hizbullah örgütünün ilk genel sekreteri Subhi e-Tufeylî ile bir mülakat yapmış.  et-Tufeyli, gerek İran’ın gerekse Hizbullah’ın şimdiki yönetiminin politikaları hakkında son derece önemli açıklamalarda bulunmuş. Aşağıdaki satırlar o mülakattan seçtiğim kesitlerden oluşuyor:

“(…) Suriye Rejiminin yönetimi kendi isteğiyle bırakacağını düşünmüyoruz. Şüphesiz tüm gücüyle yönetimde kalmanın mücadelesini verecektir. Suriye rejimi, Alevi mezhebine mensup kitlelere; ben sizi korumak için varım, sizde beni koruyun ki sizi korumayı sürdürebileyim demektedir. Gerçekte koruduğu tek şey sistemleştirdiği güç dağılımıdır. Herhangi bir mezhebi önemsememektedir.

“(…) İran yönetimi ve bölgedeki Hizbullah gibi, Emel hareketi gibi siyasi müttefikleri, Suriye halk devrimi sürecinde Şam yönetiminin yanında duran bir siyasi tavır sergiliyor. Çünkü Suriye yönetimi Sünni bir yönetim değildir. Dolayısıyla tabir yerindeyse mezhepsel bakış açısıyla dost addedilen bir yönetimdir. Ne yazık ki olayı Şii-Sünni çatışması dâhilinde değerlendirmek durumundayız. Her akıllı insan, Allah rızasını gözeten, ümmetin maslahatını hedefleyen her aklı selim, bu tutumu insafsız bir tutum olarak değerlendirecektir. Baskıcı totaliter bir rejimi desteklemek akıl karı değildir. Suriye yönetimi ümmetin geride kalmasının başlıca müsebbiplerindendir. Tüm sosyal hastalıkların da birinci derece sorumlusu bu yönetimdir. Tüm dünya da olduğu gibi Lübnan’da da Suriye devrimini destekleyen geniş bir kitle var. Ama son dönemlerde bu konu hakkında Basına sadece Hizbullah’ın tutumu yansımaktadır.

“(…) Hizbullah İran’ın dış politikasına paralel hareket etme durumundadır. İran dış siyaset politikasında Suriye Rejimini desteklemenin kendi yararına olduğunu düşünmektedir. Hali hazırdaki Suriye yönetimi İran’ın bölgede ki müttefikidir. Bu yönetimin düşme durumunda yerine geçecek yönetimde Sünni yöneticilerin de olacağı kesin gibidir. İran’ın dış siyasette Sünni liderlerle yaşadığı sorunlar hepiniz malumudur. Olayın özü kanaatimizce budur.Bu durumda İran ve bölgede ki müttefikleri Hizbullah ve Emel hareketi, onurlu diyemeyeceğimiz bir Maslahat örgüsü etrafında Suriye rejiminin tarafını tuttuğunu gözlemliyoruz. Bizler sesimiz çok fazla duyulmuyor olsa bile, kesinlikle Suriye yönetiminin karşısındayız.

“(…) İran bölgede İsrail karşıtı örgütleri desteklerken bazen bu örgütlerin iç meselelerine fazlasıyla müdahaleci davranmaktadır. Bu nedenlerden ötürü Hizbullah içinde aktif rol aldığımız dönemlerde aramızda ciddi ihtilaflar doğmaktaydı. Örnek vermemiz gerekirse İran bizden İsrail karşıtı bazı askeri operasyonları gerçekleştirmemizi istiyordu. Bu operasyonların amacı İran’ın dış politikasıyla ilgiliydi. İran Lübnan’da, tamamen kendisine bağımlı, adeta siyasi bir dükkan açmayı düşünüyordu. Hizbullah ve Emel hareketi arasında yaşanan çatışmaların sorumlusu da İran yönetimidir. (…)

“(…) Buna benzer nedenlerden ötürü İran yönetimiyle aramız açılmış oldu. Sonuç olarak İran devleti Hizbullah’ın yönetimine, İran devletinin politikalarına hiçbir konuda aykırı düşmeyecek yöneticileri getirmeyi başarmıştır. Bu şekilde Hizbullah İran’ın siyasi dehlizlerinde gezinir olmuştur. Bize göre İran dış siyaseti, Farisi öğelerin ağırlık taşıdığı bir siyaset olup İslam siyasetini yansıtmamaktadır. İran, İran’la ilgilidir. İran dışında ki Şiilerin dahi maslahatlarına özen göstermemektedir. Bir örnek vermemiz gerekirse, doksanlı yıllarda Sovyetler dağıldıktan sonra Azerbaycan ve Ermenistan arasında Karabağ sorunu yaşandı, bildiğiniz üzere orada yoğun bir Azeri Şii nüfus var, İran tarihte o bölgenin kendilerine ait olduğunu Ruslar tarafından ele geçirildiği tezini işlemekteydi. Karadağ meselesinde Azerbaycan’ın tarafını tutmasını beklerken Ermenistan tarafını tuttuğunu gördük, o dönem İran dışişleri bakanına ne yapıyorsunuz diye sordum, dışişleri bakanı bana bazı siyasi meselelerden, birtakım dengelerden bahis açtı. Meseleye yeni kurulmuş bağımsız ülkeler üzerinde kuracakları etki üzerinden, Türkiye ile bölgedeki çekişmelerinden bahsetti. Bir İslam devleti olarak ne Kur’an’dan ne de ümmetin maslahatından söz etmiyordu. Benim için o olay çok önemliydi, düşündüm ki kendi toprağı olarak gördüğü bir bölgede kendi halkına karşı böylesi bir tutum sergiliyorsa, kendi halkını eğer siyasi dengeler için satıyorsa, Lübnan’daki kendi halkından olmayan insanlara karşı nasıl bir tutum sergilemesini bekleyebiliriz. (…)

“(…) Günümüzde İran desteğiyle ayakta duran Hizbullah 2005 yılından itibaren Lübnan’daki iç siyasetin içine fazlasıyla gömülmüş, Şii Sünni tartışmalarına girerek Kudüs’ün özgürlüğü hayalinden fazlasıyla uzaklaşmıştır. (…)

Vicdan sahibi bir sesin yankıları bunlar. Mülakatın baştan sona okunmasıyla İran’ın ve Hizbullah’ın bölgede izlemekte olduğu politikanın gerçek yüzü hiçbir şüpheye yer kalmayacak şekilde anlaşılacaktır. Ayetullah Fadlullah da yaşasaydı benzer şeyleri muhtemelen ondan da duyacak, okuyacaktık… İbret, ibret almayı bilenler içindir…


19.04.2012

18 Nisan 2012 Çarşamba

Tarık Haşimi: "Rice bizzat gelip ses çıkarma dedi"

ABD’nin çekilmesinin ardından Irak’ı adım adım diktatörlüğe götüren Başbakan Nuri El Maliki Sünnilere ve Türkmenlere yaptığı baskılardan geri adım atmıyor. Bu sebeple Irak’tan ayrılmak zorunda kalan Irak Cumhurbaşkanı Yardımcısı Tarık Haşimi Türkiye’de bulunuyor.

Tarık Haşimi Yenişafak’tan Hatice Kılıç’a yaptığı değerlendirmede İran yanlısı Şii Nuri El Maliki’yi ABD’nin de desteklediğini, dönemin ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rise’ın Maliki’ye dokunmayın dediğini anlattı. 

Haşimi ayrıca, Genelkurmay Başkanı olan abisini Maliki’nin öldürdüğünü ve elinde Maliki ile ilgili dosyalar olduğunu da ifade etti. 

Haşimi Türkiye’yi de uyardı. Eğer böyle devam ederse Ermeni Meselesi ve PKK kozunu daha fazla kullanırlar

İşte o röportaj:

Maliki nasıl bu kadar güçlendi. Arkasında kim var?

İran ve ABD’nin desteği açıktır. Ve maalesef bizim oradaki siyasi kitlelerin hataları da bunda etkili oldu. Maliki yavaş yavaş tekelini oluştururken biz zamanında dur demedik. Sitemim özellikle cumhurbaşkanlığı divanınadır. Çünkü bu tekelleştirme anayasa dışıdır.

Talabani’nin bir etkisi oldu mu?

Cumhurbaşkanlığı makamının bu konuda bir müdahalesi gerekirdi ve tekelleşmeye dur demeliydi. 2006-2010 arası bu gidişata dur demek için girişim başlattım. Hatta Maliki hakkında güvenoyu önerisi sunduk. Ama İran ve ABD’nin engellemesiyle karşılaştık. Bir gün Condoleezza Rice’ın (Eski ABD Dışişleri Bakanı) kendisi bizzat gelip benden Maliki’nin iktidarını korumamı, buna karşı çıkmamamı istedi. Ardından da Dick Cheney geldi ve iktidarın devam etmesi için benden muhalefet etmememi istedi. Bugün İran ve ABD statükonun devamı için diğer siyasi gruplara baskı yapıyorlar.

Bir yandan Suriye’de Beşşar Esed gerçeği varken ABD nasıl oluyor da Şii Maliki’yi destekliyor?
ABD Suriye için ne yaptı? Laf? Propoganda? Basın? İnsanlar orda ölüyor. Bosna Hersek’te de yaşandı bunlar. Bekliyorlardı. Etnik motivasyonlu ölüm makineleri vardı orda. Seneler sonra müdahale ettiler. ABD’nin her zaman kendine ait ayrı bir gündemi vardır.

O halde Esed düşerse İran-Irak denklemi nasıl etkilenecek? Ve düşmezse nasıl etkilenecek?
Suriye çok kritik durumda. Komşu ülkeleri de olumsuz etkiliyor. Öncelikle ölümlerin durdurulması gerekiyor. 1990′da nasıl ki Kürtleri koruma önlemi aldılar aynısı Suriye için de yapılmalı. Güvenli bölgelerin oluşturulması gerekli. Türkiye bu konuda hazır. ABD ve Avrupa ciddi bir adım atmadı. Esed’in düşmesi, umut ediyorum ki Irak’ta iç çatışmaya dönüşmez. Suriye’deki isyan hareketinden önce biz Irak’ta değişim hareketi başlatmıştık. Maliki’den bu yöndeki reformları yapmasını çok önceleri istemiştik. Suriye’de olumlu yönde değişim olursa bu Irak’ı da olumlu yönde etkileyecektir.

Benim de elimde dosyalar var

Maliki hakkında sizin de elinizde gizli bilgiler veya bir dosya var mı? Irak’a dönmeniz durumunda somut projeniz nedir?

Maliki hakkında çok dosya var.

Açıklayacağınız dosyalar mı?

Birleşmiş Milletlerin masasında duran çok dosya var. Onlar biliyor. Uluslararası mahkemelere verilmek üzere hazır bekliyorlar. Mesela Barzani ‘Şiileri öldüren Maliki’nin etrafındaki adamlardır’ dedi. Bilgileri belgeleri var bu konuda. Zamanı gelince ortaya çıkar. Bana gelince, ben herşeyimi, neyim var neyim yok, üç kardeşimi feda ettim.

Maliki yüzünden mi?

İsim vermeyeyim. Büyük kardeşim, abim, Irak’ın genelkurmayıydı. Katiller devlet üniformasıyla girip öldürüp çıktılar. Maliki o dönem başbakandı ve güvenlikten sorumlu kişiydi. Elimizde katiller hakkında deliller vardı. Ama dosya, ‘faili meçhul’ olarak kapatıldı. Üst rütbeli kişiler bu işin içinde. Ama hükümet diğer konularda birkaç hafta içinde olayı aydınlatabildiler… Ben memleketime hizmet için bu görevimi sürdüreceğim. Eğer yetkilerim alınırsa o zaman sivil toplum kuruluşu bünyesinde memleketime hizmet etmeye devam edeceğim.

Türkiye’ye bedel ödetirler

‘AB İran-Irak-Suriye’yi kapsayan bölgede, birbirini sürekli olarak etkileyen krizlerin ve anlaşmazlıkların makul seviyede tutulmasında, hatta giderilmesinde Türkiye anahtar rol oynayan ülkedir diyebilir miyiz?

Kesinlikle. Bu ülkeler öyle bir ortak arıyorlar ki temiz, ciddi ve değişime destek verecek bir ülke. Türkiye tabi tek başına karar almıyor bu konularda. Arabistan’ın da etkisi var. Belki Türkiye bir bedel de ödeyecek bu bölgesel desteği için.

Nasıl bir bedel?

Baskı yaparlar Türkiye üzerinde. Türkiye’nin kendi hassas konuları üzerinden.

PKK?

PKK veya Ermeni meselesi. Ama Türkiye bir yandan da hem kendisi hem bölge için karlı bir iş yapmış olur. Türkiye bölgesel bir güç olarak büyür.

ABD’nin amacını ben de bilmiyorum

Irak’ta meclisteki Şii ve Sünni grupların aynı zamanda silahlı birliklere sahip olduklarını biliyoruz. Yani Irak’ta her gün haberini yaptığımız şiddet olayları aslında meclisteki siyasi grupların sokaktaki çatışması. Bu durumda kendi silahlı gücünü kullanarak merkezi yönetimi ele geçirmek fikrine kapılabilir mi bazıları. Irak’ta asıl savaş şimdi başladı diyebilir miyiz?

Bunun gerçekleşeceğini zannetmiyorum ama barış ve uzlaşı sahamızı genişletmemiz gerekiyor. Bu sorunları aşmamız gerekiyor. Her ne kadar sorunlar çok büyükse de. Irak anayasası sorunların çözümüne imkan sağlıyor. Eminim, kendi aramızda oturup konuşur uzlaşırsak iyi bir sonuç elde edebiliriz. Silahın hükümet üyelerinde değil sadece devlette olması gerekir.

ABD’nin Kürt bölgesiyle ilgili ne düşündüğü ve ne yapacağı merak konusu. Ayrıca daha önce Kuzey Irak’ta bir Kürt bölgesinin kurulmasını önlemeye dönük bir politika izleyen Türkiye bugün Barzani’nin ‘istikrar’ çabalarıyla paralel ilerliyor. Bu noktada, ABD’nin Irak politikasıyla da uyuşuyor mu?

ABD’nin Kürtler hakkında ne düşündüğünü ben de bilmiyorum. Ama Türkiye’nin tavrı ortada. O, tüm Iraklıların taleplerinin karşılanmasını savunuyor. Türkiye Irak’ın içişlerine karışmıyor ama birlik içinde bir Irak istiyor. Ve etnik, mezhepsel çatışmanın olmaması için çaba gösteriyor.

Katar-Riyad-İstabul rotası önceden planlanmış mıydı. Neden Erbil’de kalmayı sürdürmediniz?
Bu ziyaretim daha önce planlanmıştı. Kriz çıkmadan önce, hatta geçen seneden planlanmıştı. Sadece en uygun zaman için bekledim. Arap zirvesi sonrasına bıraktım.

Başbakan’dan Komite Sözü

Barzani İstanbul’a gelecek dediniz. Bu ziyaretin önemi nedir? Ve onunla birlikte Erbil’e dönmeyi düşünüyor musunuz?

Bu şart değil, belki… İstanbul’a geldiğinde kendisiyle mutlaka görüşeceğim. Görüşmemiz ağırlıklı olarak onun Washington ve Avrupa ziyaretleri ile ilgili olacak. Ayrıca benim Katar ve Suudi Arabistan ziyaretimle ilgili bilgi alışverişi de olacak. Barzani Beyaz Saray’a Irak’ın kritik durumunu anlatmak için gitti. Çünkü bununla ilgili ABD’nin görüşünü almak gerekiyor. Sorunun çözümü için ne düşündüğünü bilmek gerekiyor. Türkiye Irak’ta olup bitenlerden ötürü çok endişeli. Böyle kritik konularda komşular belirleyicidir. Aynı konuları Barzani ile de konuşacağız. Türkiye- Irak Kürdistan’ı arasındaki ilişkiler de görüşülecek.

Barzani’nin haberi olmadan Erbil’den çıktığınız söylendi. Acaba Barzani geldiğinde, Türkiye’den kendiniz için arabulucuk yapmasını mı isteyeceksiniz? 

Barzani’nin kesinlikle haberi vardı. Kürdistan Bölgesel Yönetimi Başkanlığı bir basın bildirisi dağıttı… İki taraf da, ister Barzani ister Talabani benim bu ziyaretlerimden haberdardılar. Anlaşmıştık. Onların bilgisi dahilinde oldu.

Başbakanla görüşmeniz nasıl geçti? Bir görüşme daha gerçekleştireceksiniz sanırım. Somut talebiniz nedir Başbakan’dan?

Daha önce de olduğu gibi çok başarılı bir görüşmeydi. Açıktı. Çok samimiydi. Sayın Erdoğan’dan benim olayımla ilgili çok yakın bir destek gördüm. O çok iyi biliyor ki ben bu konuda mazlum durumdayım. Kendisi mert bir kişidir. Ezilenlerin, mazlumların yanında duran biri. Daha önce Gazze’deki mazlumların yanında durdu. Bugün Suriye’deki mazlumların yanında duruyor. Irak’ın mazlumlarının yanında da duruyor. Bu yüzden Haşimi’nin yanında duruyor. Barzani de, ‘Haşimi şuan Irak mazlumlarının sembolüdür.’ demişti.

Sayın Başbakan Irak’taki sorunu çözmek için elinden geleni yapmayı ve tam destek vermeyi taahhüt etti. Konunun ele alınması içn kendi başkanlığında bir komite, bir heyetin oluşturulaması sözü verdi. Bunun dışında bölgesel ve uluslar arası konuları konuştuk. Açık ve samimiyet duygusu içinde bir görüşmeydi. Yakında yeni bir görüşme daha gerçekleştireceğiz.

Irak’ta mezhep çatışmasının körüklendiği bir gerçek. Ancak asıl sorunun kapsayıcı bir merkezi otorite kurulamaması olduğunu kabul edersek krizin odağında hükümetten desteğini çeken Barzani’nin, yani Kürtlerin olduğunu söyleyebilir miyiz?

Aslında Kürtlerin desteği çekme durumları yok. Ama Kürtler şu an Irak’ta gerçek çözüm arayışı içindeler. Anayasanın elverdiği ölçüde.

Yani çözüm konusunda sadece Kürtler mi samimi demek istiyorsunuz?

El-Irakiye (Haşimi’nin üyesi olduğu, Ankara’nın destek verdiği koalisyon) listesi de aynı çaba içinde. Hatta Şii koalisyon içindeki bazı gruplar da bunu istiyor. Sadr grubu da bu konuda ciddi arayış içinde. Dolayısıyla yeni koalisyonlar oluşturmanın arifesindeyiz. Tüm bu gruplar, çözümün tartışılacağı bir toplantı yapılsın dediler. Maliki’yi de çağırdılar. Ancak cevap alınamadı.

Eskiden Şiiler Ve Kürtler Şimdi Sünniler Ve Türkmenler Acı Çekiyor

Barzani böyle bir toplantı için ‘Maliki ya masaya oturur ya da başka bir yola başvururuz’ dedi. Bağımsızlık ilanını mı kastetti?

Hayır, şuan böyle bir talebi yok. Bu hoş bir durum da değil. Bence Irak anayasası çerçevesinde bir çözüm umudu hala var.

‘Eskiden Şiiler ve Kürtler acı çekiyordu, şimdi ise Sünniler ve Türkmlenler acı çekiyor’ şeklinde bir sözünüz var. Doğru mu?

Evet, aynen öyle. Eskiden Şiilerle Kürtler yönetime karşı bir tavır almışlardı. Bugün gerçekten de Sünnilerle Türkmenler zulüm görüyor. Bu durumdan kurtulmak için de ellerinden geleni yapmaya hazırlar. Eğer Irak anayasası haksızlığı gidermeye yetmezse alternatif yollara başvurulur. Bölgedeki ülkelerle birlikte bir çözüm bulmaya çalışırız. O da olmazsa uluslararası platforma taşıyıp orada destek arayacağız. Şu nokta önemli ki ben Şiilere karşı değilim. Şia mezhebine karşı değilim. Irak toplumunun en önemli bölümünü temsil eder Şia. 1920′den bugüne dek iktidardan uzak kalmanın acısını çekiyorlarsa bugün iktidar talep etmelerini anlayabiliyorum. Olabilirler de. Ama bunu yaparken diğer grupları da ‘ötekileştirme’ çabasında olmasınlar. Tekel oluşturmasınlar. İktidara ortak olmak adalettir. Bugün Irak’ta bu durum söz konusu değil. Bunun sorumlusu Şiiler değil, Maliki ve etrafındakiler. Adalet ve hak mazlumun kim olduğunu sorar. Ayrıca Şiiler ve Kürtlerin zulüm gördüğü dönemde de Sünniler yine zulüm görüyordu. Ama 2003′ten sonra Sünni ve Türkmenler üzerindeki zulüm aleni bir hale geldi. Ama ben etnik bir çaba içerisinde de değilim. Milli kimlik üzerine oturan bir adalet istiyoruz. Din, dil, ırk esası üzerine kurulu bir adalet değil. Yarın şii kardeşlerimiz zulme uğrarsa onların da yanında olacağız. Yarın Hristiyanların da yanında olacağız, olduk da…

Madem Sünniler eziliyor ve haklarını arıyor. Peki o halde Kürtler ne istiyor?

Irak’ın idaresinde Kürtler önemli bir aktördür. Mevcut hükümetin kurucuları arasında yer alanlardır. Anayasanın yazımında da yer aldılar. Irak’ta medeni bir devletin kurulmasını istiyorlar. Maliki bir ortaklık anlaşması olan Erbil anlaşmasını ihlal edince Kürtlere de itiraz hakkı doğdu. Kürtlerin petrol ve doğalgazla ilgili görüşleri açıktır.

En büyük anlaşmazlık da bu kaynak paylaşımından mı kaynaklanıyor? 

Birkaç anlaşmazlık konusu var. 2006′dan bu yana kalan sıkıntılar var. Pertol ve doğalgaz ihtilafı, gelir dağılımı konusundaki anlaşmazlık, güvenlikle ilgili sorunlar. Bugün Erbil anlaşmasının kendisi de bir ihtilaf konusu haline geldi. Özellikle bu, değerli kardeşimiz Barzani’nin Maliki rejimine karşı sesini yükseltmesine ve güçlü bir muhalefet oluşturmasına neden oldu. En önemli şey, Barzani’nin bu tavrını tek başına değil, El-Irakiye listesi ve Sadr grubuyla istişare ederek ortaya koyması.

Davutoğlu’dan Gelen Telefonu Hiç Unutmam

Türkiye’deki ağırlanmadan memnun musunuz?

Türkiye yönetimine memnuniyetimi arz etmek istiyorum. İçimdeki duyguları söylemeye kelimeler yetmez. Söz veriyorum, bundan sonraki yıllarda çalışmalarımı Türkiye-Irak ilişkilerinin geliştirilmesine adayacağım. Bu millete şükranlarımı sunarken sayın kardeşim Recep Tayyip Erdoğan’a özellikle teşekkür ediyorum. Hep yanımda durdu, destek verdi. Meselemi kendi meselesi gibi gördü. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’na da saygı ve şükranlarımı sunuyorum. Onun benimle yaptığı bir telefon görüşmesini hiç unutmam. Erbil’e daha ilk gittiğim gün beni aradı ve söylenenlerin yalan olduğunu, hiç birine inanmadıklarını benim yanımda olduklarını söyledi. Tam destekle senin yanındayız dedi. O telefon görüşmesini hiç unutmam.

HATİCE KILIÇ/Yeni Şafak Gazetesi-18.04.2012

Belkıs'ın katili Nuri el Maliki

Yeni Akit’ten Mustafa Özcan bu sefer de Nuri Al Maliki’yi analiz etti. 

“Nuri Maliki Saddam’dan daha tehlikelidir. 81 kişinin öldüğü 1981’de ki kundaklamayı yapan kişidir. Amerikalılar sayesinde gücü ele geçirmiştir. Suriye ve Irak’taki siyasi terkibin adı Beşşar Maliki’dir. Bu sebeplerle Maliki ve Esed günü geldiğinde uluslar arası mahkemelerde yargılanabilirler”

(MUSTAFA ÖZCAN/Yeni Akit Gazetesi)

İşte yazının tamamı:

Çoktandır Nuri Maliki için “Bağdat’ın yeni Saddam’ı” ifadesi kullanılmaktadır. Veya bazıları ‘Demokratik Saddam veya Şii Saddam’ demeyi yeğliyor. Gerçekten de Saddam olup olmadığı veya nasıl bir Saddam olduğu tartışılır. Lakin bu sanı veya lakabı boşuna haketmemiştir.

Bilindiği gibi, Saddam Hüseyin daha önce Abdulkerim Kasım’a yönelik olarak başarısız bir suikast girişiminde bulunmuş ve bu kariyerinde yükselme noktası olmuştu. Keza Saddam Hüseyin Şii Duceyl köyünde kendisine yönelik bir suikast teşebbüsü nedeniyle yaptığı idamlardan dolayı yargılanmış ve bu gerekçe ile idam edilmiştir. En azından bahanesi veya gerekçesi budur.

Nuri Maliki’nin geçmişine bakıldığında ise Saddam’dan daha tehlikeli birisi olduğu ortaya çıkmaktadır. Şaron gibi partisinin adını Kanun Devletine çevirmeden önce Dava Partisinin fedailerinden birisi olmuş ve Beyrut’ta 81 kişinin ölümüne neden olan Bağdat Büyükelçiliğini kundaklama eyleminde bulunmuştur.

1981 yılında gerçekleşen söz konusu kundaklama eyleminde İmad Muğniye gibiler de rol alsa da kıdemli olan aktör Nuri Maliki’dir. Bu kundaklama eyleminde yaklaşık 81 kişi hayatını kaybetmiştir. Bu 81 kişi arasında Şamlı aşık şair Nizar Kabbani’nin öldükten sonra kasideler yazdığı eşi Belkıs (er Ravi) da vardır. Dolayısıyla bugünkü Irak Başbakanı Nuri Maliki, Belkıs’ın katilidir. Bundan dolayı Nuri Maliki’nin olayla bağlantısı ortaya çıkınca Şair Nizar Kabbani’nin çocuklarının ve vereselerinin Nuri Maliki aleyhinde dava açıp açmayacakları ve Amerikalılardan tutuklanmasını isteyip istemeyecekleri merak edilmiş ve gündeme gelmiştir (http://www.albasrah. net/ar_articles 2009/0709/faqir_220709.htm). Bilindiği gibi katliamların cezası zamanaşımından muaf tutulmaktadır.

Beşşar da Nuri Maliki de bir gün uluslararası ceza mahkemelerini boylayabilir. Nuri Maliki fiziki ve fiili olarak Belkıs’ı katlederken Suriye rejimi de Nizar Kabbani’yi manevi olarak katletmiştir. Beşşar’ın BM’deki Temsilcisi Beşşar Caferi onu devrim karşıtı ve rejim yandaşı göstererek manevi olarak katletmeye yeltenmiştir. Halbuki o Beyrut’a Anter ismini verdiği Baba Esat dolayısıyla kaçmış lakin orada da Esat’ın müttefiklerinden Nuri Maliki’nin gadrine uğramıştır. Nuri Maliki de eşini öldürmüştür. Doğrusu Nuri Maliki’nin bu yönünü bilmiyordum ilk kez Ürdünlü Yazar Yaser Zeatire’nin kaleminden okudum (http://www.aljazeera.net/pointofview/pages/6438d7e1-7ab6-446e-8747-d8a38986bcbf?GoogleStatID=2). Araştırınca bir sürü detayıyla da karşılaştık. Belkıs’ı öldürmelerinin nedeni de basit. Bağdat’ta 1982 yılında yapılacak olan Bağlantısızlar Zirvesini gölgelemektir. Katliamın nedeni bu kadar basit ve keyfidir.

Maliki’nin cinayetleri bununla da sınırlı değil. Saddam Düceyl köyü katliamından dolayı yargılandığı gibi Maliki de Belkıs davası dolayısıyla yargılanabilir. Aynı akıbeti paylaşmaması için hiçbir neden yok. Kendisi Beyrut’ta böyle cinayetler işlemesine rağmen Cumhurbaşkanı Yardımcısı Tarık Haşimi’yi benzeri suçlamalardan dolayı suçlu ilan etti ve ülke dışarı çıkmasına ve firar etmesine neden oldu. Aynen Arapların dediği gibi: Remetni bidaiha ve enseslet: Hastalığını üzerime attı ve gitti. Bunu yapabildi zira Amerikalılar sayesinde gücü ele geçirdi. Belkıs’ı Bağlantısızlar Hareketi toplantısına kurban etmiştir.

Tahran’daki sürgün günlerinde Seyyid Muhsin müstear adıyla dolaşmaktadır. Lakin sürgün günlerinden evvel balayı için de 1970′li yıllarda Tahran’ı tercih eder. Amma velakin balayına çıkacak parası yoktur. Bunun yolunu da kurnazlığıyla bulur. Hulle’de milli eğitim müdürlüğünde bir arkadaşından Rafideyn Bankasından 800 dinar kredi çekebilmek için kendisine kefil olmasını ister. Arkadaşı da bu dediğini yapar. Lakin Nuri Maliki daha sonra aldığı kredileri geri ödemez. Onların üzerine Tahran’da soğuk bir su içer. Çar naçar Nuri Maliki’nin tuzağına düşen arkadaşı dört yıl boyunca aylığından kesilen taksitlerle bu iyiliğinin cezasını çeker. (http://alwatan.kuwait.tt/articledetails.aspx?Id=164352 ).

Şimdi aynı Maliki Suriye’deki olayları terör olarak nitelendirme çabasındadır. Suriye’de şiddet sarmalının dinmesini bekleyen Nuri Maliki Dava Partisinde militanlık yaparken yasakladığı meyvelerden epeyce tatmıştır. Bağdat’ta da iktidara geldikten sonra Ölüm Mangaları aracılığıyla bunu sistemleştirmiştir. Söyle arkadaşını söylesinler sana kim olduğunu! Suriye ve Irak’taki siyasi terkibin adı Beşşar Maliki’dir.

18.04.2012

Üç farklı İslamcıdan üç farklı Suriye değerlendirmesi

İslamcı yazarlar, Sezai Karakoç, Abdülaziz Tantik  ve Atasoy Müftüoğlu’nun Suriye konusunda yaptıkları açıklamaları değerlendiren Milat Gazetesi’nden Nevzat Çiçek, üç görüş içerisinde bazı görüşlerin özellikle sol tabanlı görüşlerle aynı paralelde olduğuna diikat çekerek, bu görüşlerin “İslamcıların bir dönüşümü mü yoksa Ulusalcı bir İslami söylem mi?” diye sorar.

Diktatör tanımının Saddam için geçerliyken, Esed için neden geçerli olmadığının altını çizen Çiçek, “Müslümanlar üçüncü bir yol sunmalıdırlar, ancak bu yolu sunarken orada ölen halkı aşağılamaktan, işbirlikçi ilan etmekten ve yaptıklarıyla Batının kucağına itmekten vazgeçmelidirler.Haksızlık kimden ve kime karşı gelirse gelsin karşı durmak zorundayız.” değerlendirmesinde bulunmuştur.

(NEVZAT ÇİÇEK/Milat Gazetesi)

İşte o yazının tamamı:

Suriye’deki katliam başladığı andan itibaren Türkiye’de bir kısım dindarın kafası oldukça karıştı. Bunun en büyük sebebi İran’ın Suriye olayları karşısında sunduğu argümanların varlığıydı. Bugün hala 30 yıl öncesinin devrim ruhu ile meseleyi okumaya çalışanların, dünya gerçeklerinden koptuklarını görmek mümkün. Bu bakımdan aşağıda dindar camianın üç farklı Suriye algısını sizlere sunarken, aslında meseleye bakışımızı da tekrardan sorgulamamız gereğini hatırlatma ihtiyacı duyuyorum. Bu alıntılardaki kastım öne çıkan üç üstada karşı saygısızlık değil, bilakis bu kafa karışıklığının nasıl giderilmesi gerektiği noktasında ve Suriye olaylarının bitirilmesi noktasında onlardan bir reçete koparma isteğidir.

Geçen hafta kamuoyuna yansıyan üç farklı değerlendirmenin en önemli özelliği bence dindar camianın kendi mahallelerinde yaptığı tartışmaları da özeti olmasıdır.

İlk değerlendirme Sezai Karakoç’tan geldi. Büyük Diriliş Partisi Genel Başkanı Sezai Karakoç’un, 7 Nisan 2012 tarihinde parti binasında yaptığı konuşmasında, ABD ve Avrupa ülkelerinin Türkiye’yi Ortadoğu’da büyük bir tuzağa çektiğini söylüyordu; “Şimdi Batı bize diyor ki, Suriye’de kötü bir yönetim var. Orada halk ile devlet arasında problem var, masum insanlar ölüyor. Bu işi siz halledin, siz çözün, insanların ölümünü seyir mi edeceksiniz? Şüphesiz Müslümanlar asla seyir etmez, ama bu meselenin çözümü silahla olmaz. O yönetimi uyaracak olan kılıç değil kalemdir… Bugün Türkiye çok büyük bir tehdit ile karşı karşıyadır. Şimdiye kadar Müslümanların başına gelen zulümlerde hiçbir zaman Batı Türkiye’ye gel sen buna karış dememişti. Tam tersine kendisi işgal ettikten sonra, gel bize destek gücü ver demişti. Afganistan’da Bosna’da böyle oldu. Katliamlar olurken bizi sokmadılar, katliamlar oldu, bitti kendileri girdiler ve destek için çağırdılar… Bugün Türkiye ile İran’ı Suriye’yi çarpıştırmak istiyorlar. Çok açık. Eğer bu oyuna gelirlerse, Suriye de, Türkiye de, İran da mahvolacaktır. Bunun arkası da tüm İslam âleminin istilasıdır… Türkiye İran ve Suriye arasında tek bir kurşunun atılmaması gerekiyor. Aradaki meseleleri çözemeyecek tek şey varsa o da silahtır.” Diyordu.

Karakoç’un bu değerlendirmeleri dışında Abdülaziz Tantik’in Timetürk’te yayımlanan makalesi de, başka bir görüşü bizlere sunuyordu. Tantik, “Mezhep Çatışması” başlığıyla yayımladığı makalesinde, “Bölgesel güç arayışlarında Sünnilik üzerinden bir güç devşirme çabası sadece gücün kaybolması ile neticelenir. Yine Şiilik üzerinden bir güç ekseni arayışı da aslında gücün kaybolması ve bu bölgede yeni arayışların varlığını kesinleyeceği gibi müdahil olma şartlarının oluşumunu da tetikler. Bu yüzden İran, Suudi Arabistan ve Türkiye’nin bu konuda çok daha ciddi adımlar atması kaçınılmaz. Türkiye’nin bu konuda çok temkinli davrandığı olayların seyrine bakıldığında anlaşılabilir. Ama İran ısrarla bu çatışmacı konsepti takip ederse kamuoyu desteğini kaybetmeye devam eder…Hiçbir insanın burnunun kanamasını kabul edemeyiz ki Müslümanların kanının dökülmesini kabul edelim. Bu anlamda Müslüman ülkelerin başındaki zalimlerin devrilmesi için gereken adımların atılması şarttır. Ama bunu yaparken bölücü ve fitne çıkarıcı argümanlar üzerinden iş görmek zulme ortak olmak anlamına geleceği için Müslümanlık adına bunu kabul etmek mümkün değil.

Durum açık: Despot rejimler yıkılacak ve halklar kendi iktidarlarını kendi imkânları ile oluşturacaklar. Önemli olan; halkın içinde bulunduğu bütün renklerin barış içinde yaşaması ve zulme karşı omuz omuza mücadele etmesidir. Yoksa asıl sorun yine azınlıkların başına gelecektir. Böyle bir şeyi öncelikli olarak bir Müslüman olarak kimse istememeli…” diyor.

Dindar Camianın önde gelen bir diğer aydınlarından Atasoy Müftüoğlu ise Diriliş Saati Dergisi’ne verdiği röportajında Arap Baharı’nı farklı bir gözle okuyor, Müftüoğlu’na göre, Suriye’de bir intifada yok; “Amerika, 11 Eylül sonrası oluşturduğu bir strateji bağlamında, “bu saldırıyı, istediklerimizi yaptırmak için kullanmalıyız” şeklinde bir tercih oluşturmuştu. Suriye’nin önce İran yörüngesinden çıkarılması gerekiyordu. İsrail için tehdit olmaktan çıkarılması gerekiyordu. Direniş hareketlerinin Şam’dan çıkarılmaları gerekiyordu. Bütün bunları gerçekleştirmek üzere Suriye’de derme-çatma bir muhalefet imal edildi… Yaşadığımız olayların Suriye Halkının, Libya halkının öncelikleriyle, beklentileriyle, sorunlarıyla ilgisi yok. Olup bitenler güç ve çıkar politikalarıyla ilgili. Ben öteden beri muhalif unsurların Amerikan, Fransız, İngiliz, İsrail gizli servisleri tarafından kışkırtıldıklarını, bir ayaklanma için hiç bir hazırlıkları olmadığı halde yönlendirildiklerini, manipüle edildiklerini, Suriye’de bir intifada olmadığını vb. söylüyorum…Suriye konusunda da görülebileceği üzere halklar kendi gelecekleriyle ilgili olarak karar verme iradesine sahip değiller. Suriye İhvanı bile, “sivil demokratik modern devlet” istiyor. Türkiye’de de görüldüğü üzere; cemaat/cemaatler, partiler, hareketler yalnızca “pragmatizm” temelinde faaliyet gösteriyor. Yeni dünya düzeninde, İslamcı mücadeleye karşı, siyasal İslama karşı laiklikle uzlaşmış/bütünleşmiş, Avrupa kültür ve kurumlarıyla sorunu olmayan, ılımlı-edilgin-pasif bir Müslümanlık üzerinde çalışılıyor. Amerika, Suriye konusunda yapmak istediklerini paylaşımcı ilişki stratejisine dayanarak Türkiye aracılığıyla gerçekleştirmek istiyor…” diyor.

Gerek Sezai Karakoç’un, gerek Abdüülaziz Tantik’in gerekse de Atasoy Müftüoğlu’nun haklı oldukları tarafları herkes kendisine göre alacaktır, burada benim dikkatlere sunmaya çalıştığım olgu bu üç görüş içerisinde bazı görüşlerin özellikle sol tabanlı görüşlerle aynı parelerde kendisine zemin bulması. Burada İslamcıların bir dönüşümü konusu mu yoksa Ulusalcı bir İslami söylemle mi karşı karşıyayız bunun değerlendirilmesi lazım.

Batının bütün yaptıklarını fikri, mezhepsel ve emperyal duygular üzerinden okuyanların, bu noktada tahlil yapanların öncelikle kendilerine şunu sorması gerekiyor; zulmün tanımı, nereden geldiğine bakılarak değişebilen bir kavram mıdır? Zulüm karşısında halk bedel ödemeye razı olmuşsa kendisi için bunun doğru olduğuna karar vermişse gelecek üzerinden okumalar yapılarak yapılanlar sorgulanabilinir mi? Diktatör tanımı Saddam için geçerliyken, Esed için neden geçerli değil.

Müslümanlar üçüncü bir yol sunmalıdırlar, ancak bu yolu sunarken orada ölen halkı aşağılamaktan, işbirlikçi ilan etmekten ve yaptıklarıyla Batının kucağına itmekten vazgeçmelidirler.

Suriye konusunda halkın direnişini batının bir argümanı gibi sunanlara herhalde şunu hatırlatmak gerekiyor; Mekke’de o dönem hakim olan zulüm düzenine karşı hazırlanmış bir sözleşme olan ve Hazreti Muhammed’in ““İslam’da da böyle bir cemiyete çağrılsam, yine icabet ederim” dediği “Hılf-ul Fudul, Erdemliler Sözleşmesi’ni nereye koyacağız.

Haksızlık kimden ve kime karşı gelirse gelsin karşı durmak zorundayız.

17.04.2012

Iraklı Haşimi'nin Türkiye'de korunması İran'ı rahatsız etti

Irak’taki Şii Nuri El Maliki hükümetinin zulmünden dolayı Bağdat’a gidemeyen Irak Cumhurbaşkanı Yardımcısı Tarık Haşimi’nin Türkiye’de ağırlanması ve 17 polis tarafından korunması İran’ı rahatsız etti.

İran resmi ajansı Press TV, Irak Cumhurbaşkanı Yardımcısı Haşimi’nin Türkiye’de üst düzeyde kabul edilmesinden İran’da duyulan rahatsızlığını belli ettiği haberinde “Türk polisi, kaçak Irak Cumhurbaşkanı Yardımcısını koruyor” derken, Haşimi’nin, İstanbul’da “17 kişilik polis ekibi ve beş araba tarafından korunduğuna, ailesi ile birlikte İstanbul’da iki eve yerleştirildiği”ne vurgu yaptı.

Press TV’nin o haberi:

“İran, Bağdat’tan kaçan Irak Cumhurbaşkanı Yardımcısı Tarık El Haşemi’nin, Türkiye’de üst düzeyde kabul edilmesinden rahatsız. Haşemi, İstanbul’da 17 kişilik polis ekibi ve beş araba tarafından korunuyor, ailesi ile birlikte İstanbul’da iki eve yerleştirildi.

Haşemi, Irak’ta “bir ölüm mangası”nı yönetmekle suçlanıyor, Katar ve Suudi Arabistan’dan sonra ziyaret ettiği Türkiye’de, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile görüştü, Ankara’dan “siyasi destek” istedi.

Iraklı hükümet defalarca diğer ülkeleri Haşimi’yi kabul etmemeye çağırmıştı.”

Sözde yaptırım var ama ABD-İran ticareti tam gaz sürüyor

16 Nisan 2012 / İyibilgi.com

İran her fırsatta ABD düşmanlığı yapıp İslam dünyasının gözünü boyamaya çalışıyor ama İran ABD arasındaki ticaretin devam etmesi, bu oyun gözler önüne seriyorç

Sert uluslararası söylemlere rağmen, Amerika Birleşik Devletleri ve İran arasında ticaret gelişmeye devam ediyor. 2011 yılında İran, ABD Nüfus Bürosu istatistiklerine göre, Amerika’dan 229 milyon dolar değerinde mal ithal etti, satışlar 2012′de de devam ediyor.

Mart ayında İran, ABD’den 120 bin ton buğday satın almak istediğini açıkladı.

Öte yandan, ticaretin çoğunlukla tek yönlü olduğu dikkat çekici. 2011 yılında, ABD İran’dan büyük ölçüde sanat eserleri ve antikalardan oluşan 888 bin dolarlık mal ithal etti. Bu rakam 2010 yılında 94 milyon dolardı.

İran ile ABD ticareti yıldan yıla önemli değişiklikler gösterdi. Şu an ABD-İran ticareti tamamı Asya ülkesi olan İran’ın ilk beş ticaret ortağı ile karşılaştırıldığında küçük. 2011 yılında İran’ın en büyük ihracat pazarları Çin, Irak, Birleşik Arap Emirlikleri, Hindistan ve Afganistan oldu.

İran’ın ihracatının yüzde 18′den fazlası Çin’e gitti. İran’ın ithalatının yaklaşık yüzde 12′si de Çin’den geldi. Tahran’ın en büyük Avrupalı ticari ortağı ise Almanya, ancak sadece 13 sırada yer alıyor.

ABD yaptırımları İran’a insani, tıbbi ve eğitim için gerekli mallara yasak getiriyor. Ama iki ülke insülin ve sakız gibi ürünler de dahil çok sayıda üründe şaşırtıcı bir ticaretin sürdüğünü gösteriyor.

2011 yılında ABD’den mal ithalatı yapan İran’ın en fazla aldığı ürünlerden bazıları ise şöyle: Tereyağı, İnsülin, Ultrasonik cihazlar, veterinerlik aşıları, süt ve krema, antibiyotikler, sakız, güzellik ve cilt bakımı ürünleri, fasulye, kürdan, pil, salata sosları.

Şii Hançeri (Şii Hilali) nedir?

Ortadoğu’da bölgesel aktör ve lider olma hedefi ni en önemli politika olarak belirleyen İran, bu politikanın ihracında Şiiliği her dönembir araç olarak kullanmıştır. İran, Müslüman topraklarda Şii ittifaklar kurmaktadır ve Şii grupların hamiliğini üstlenmektedir.

Son dönemde Irak, Suriye, Lübnan ve Filistin gibi ülkelerde İran’ın nüfuz genişletme çabaları nedeniyle,Ürdün Kralı Abdullah2004 Aralık’ta İran’ın bu politikasının bir tespiti olarak “Şii Hilali” kavramını kullanmış ve “Sünni Arap ülkelerinin Şii Hilali tarafından kuşatıldığı” tespitinde bulunmuştur.

Kral Abdullah’tan sonra Mısır Cumhurbaşkanı da aynı yönde bir açıklamada bulunmuştur. Hüsnü Mübarek 2006 yılında bir televizyon kanalına verdiği demeçte, Ortadoğu’da yaşayan Şii nüfusun bulunduğu ülkelerden çok İran’a karşı bir bağlılık hissettiğini belirtmiştir.

Şii Hilali İran’dan başlamakta, ABD’nin çekilirken Şiilere teslim ettiği Irak’tan, Şiilerin (Nusayri) yönettiği Suriye’den ve Şii nüfusunun giderek arttığı Lübnan’dangeçmektedir.

Dünyadaki Şii nüfus Müslüman nüfusun %10-13’ünü oluşturmaktadır ve bu 150-200 milyon arası bir nüfusa işaret etmektedir. Şiilerin nüfus olarak en yoğun oldukları yerler İran, Hindistan, Pakistan ve Irak’tır. İran’da yaklaşık 70 milyon Şii yaşamaktadır; ancak İran’ın etki alanına girebilecek Şii nüfus başta Irak olmak üzere Ortadoğu ülkelerindedir.

Bahreyn’de Şii nüfus oranı %70, Yemen’de %35, Lübnan’da %35, Irak’ta %60, Kuveyt’te %24, Katar’da %16, Birleşik Arap Emirlikleri’nde %16, Suriye’de %10-12 (Nusayri) ve Suudi Arabistan’da %5’dir. Bu gruplardan Suriye, Irak, Lübnan ve Körfez ülkelerindeki Şii nüfus İran’ın etki alanı içindedir.

Şii Hilali Türkiye’yi de hedef almaktadır

İran, bölgedeki güç ve nüfuzunu artırma için dış politikasını Şiilik ekseninde tasarlamaktadır. Lübnan ve Suriye’nin ardından, ABD işgali sonrasında Şii grup ve partilerin güç kazandığı Irak’ın da dâhil olmasıyla genişleyen Şii eksenini muhafaza etmektemel amacıdır. İran aynı zamanda Pakistan ve Afganistan ile Körfez ülkelerindeki Şii nüfus üzerinde de etkili olmaya çalışmaktadır.İran, benimsediği fikir ve tavırları itibariyle, adeta İslam coğrafyasında ihtilafın sembolü haline gelmiştir.

Arap Baharı ile birlikte değişen Ortadoğu dengesinde, Türkiye, Osmanlı coğrafyasının liderliğine bir adım daha yaklaşmıştır. Osmanlı’nın yıkılışından yaklaşık 100 yıl sonra yüzünü doğuya da çeviren Türkiye, bu dünyadan beklenenin üzerinde ilgi görmüştür.

Şii Hilali projesi ise tam bu noktada Türkiye’nin üstlendiği bölge liderliği ve bu liderliğin getireceği politik, ekonomik, sosyolojik kazanımları kırmak amacındadır. Şii Hilali Türkiye’nin İslam ülkeleri ile fiziksel bağını koparmayı amaçlamaktadır. İran, Orta Irak, Suriye ve Lübnan’ın oluşturduğu Şii Hilali sonucunda Türkiye’nin tüm bölge ülkeleriyle ilişkisi kopacaktır. Şii Hilali bu bağlamda, Türkiye’yi “Şii Seddi” gibi kuşatarak gelişimini engellemeye çalışmaktadır.

Şii Hilali’nin tarihi kökleri

Şii coğrafyası üzerinde İran’ın etkinlik kurma arayışlarının tarihi kökleri vardır. İran tarihi genelde Şii-Sünni mücadelesi, özelde ise İran’ın, Osmanlı coğrafyasında Şii hegemonyası kurma çabasıdır. İran’ın tarih-coğrafya algılamasında hegemonya kurma isteği, kültürünün önemli bir parçasıdır.

Şia hegemonya arzusu,İran’ın İslam öncesi topraklarına ve gücüne tekrar kavuşma sevdası olarak okunmalıdır. İslam öncesi var olan Sasani imparatorluğu, Farslıların ulaştıkları en büyük sınırlardır. Sasaniİmparatorluğu’nun Hz. Ömer’in fetihleriyle yıkılmasının ardından, Persler İslam hakimiyetine büyük bir kin beslemeye başlamışlardır.

Roma’yı devirip altın çağını yaşayan Sasaniİmparatorluğu’nu, Arabistan’dan gelen bedevi Arapların yerle bir etmesi, Perslerde silinmesi imkansız yaralar açmıştır. Bu sebeple tarihsel perspektiften bakıldığında, Şiilik faaliyetleri ve Şii Hilali, FarslılarınSasaniİmparatorluğu’nun ihtişam ve gücüne kavuşma sevdasıdır. Nitekim Sasani haritası, İran Şii faaliyetlerinin bulunduğu coğrafyalarla birebir örtüşmektedir. Perslerin bu motivasyonuİslam ve Türk düşmanlığından beslenmektedir; Şii Hilali (veya Neo-Sasani) hayalleri, Neo-Osmanlı coğrafyasıyla birebir çatışmaktadır.

Şii Persler, Ortaçağ boyunca Mısır, Suriye, Yemen, Bahreyn, İran, Hindistan, Irak ve Lübnan gibi önemli coğrafyalarda rol üstlendiler. Tarih boyunca Şii gruplar hep Sünni anlayışa alternatif olarak faaliyetlerini sürdürdüler. İsmailliye mezhebine dayanan Fatımi Devleti, 909’da Sünni Abbasi iktidarına alternatif bir yönetim ve yaşam felsefesini ortaya koymak amacıyla kurulmuştur. Fatımiler, Haçlı seferlerinde açıkça Müslümanların karşısında ve Avrupalılarla saf tutmuşlardır.

Haşhaşiler ve Kermatiler de yine Sünni hakimiyetini kırma gayesinin eseridir. Haşhaşiler 1090 yılında Selçuklu Devleti’nin Sünni anlayışını baltalamıştır. Tarihte Sünni-Şii çatışmasının doruk noktası, yine Şii yapılanması olanKarmatilerdir. Karmatiler İslam coğrafyasının Bahreyn, Suriye, Horasan, Maveraünnehir, Irak, Yemen, Hindistan, Kuzey Afrika topraklarını aktif bir misyoner ağıyla ördüler. Özellikle Bahreyn ve Suriye’de siyasi ve idari olarak örgütlenen Karmatiler,bu toprakları Sünni Müslümanlar için yaşanmaz hale getirdiler.

1500 yılında İran Safevi Hanedanlığının kurulmasıyla birlikte, Şiilik bir devlet politikası ve İran’ı Müslümanlardan ayrıştıran bir ideoloji olarak karşımıza çıkar. Şiilik SafeviDevleti’nin kurulmasıyla birlikte, Müslüman coğrafyada hizip çıkarmanın bir yolu, saf Müslümanları İran’a angaje etmenin aracı haline gelmiştir.  Osmanlı coğrafyasında baş gösteren neredeyse bütün isyanların arkasında Şiilik akımı vardır. Diğer taraftan Şia, hem ideolojik hem de askeri bir güç olarak Osmanlı’ya bir kene gibi yapışmış, Osmanlı’nın Batı’da ilerleyişinin en büyük engeli olmuştur.

Şii Hançeri’nin kilometre taşları

İran’da yapılan devrimin İslam devrimi gibi sunulması, Müslüman ülkelerdeki devrim yanlılarına bir tür örnek olmuştur. Bu durumdan istifade etmek isteyen İran, dini görünümlü yayınlarla Şii propagandası faaliyetlerine hız vermiştir. İran yanlısı radikal dini hareketler, Türkiye dahil tüm Ortadoğu’da bizzat İran eliyle yaygınlaştırılmıştır. Örneğin, Türkiye’de ortaya çıkan Hizbullah Örgütü’nün lider kadrosu da İran’ın Kum şehrinde eğitim almıştır.

İran’ın devrim ihracında öne çıkan önemli bir öğe Devrim Muhafızları olmuştur.  Devrim Muhafızları, sık çatışmalar yaşanan Ortadoğu’da, İran ile çıkar birliği olan diğer Şii ve angajegruplara silah yardımı ve silahlı eğitim olanakları sağlamaktadır. Lübnan, Irak ve Pakistan’da Şii gruplara bağlı milis güçler İran tarafından organize edilmekte, eğitilmekte ve silah yardımı almaktadır. İran’ın bu silahlanma faaliyetleri ne hikmetse, her fırsatta İran’ı vurmakla tehdit eden ABD ve İsral’in ilgi alanına girmemektedir;bu ülkeler İran’ın politikalarına yol vermektedirler.

KabeBaskını

İran kutuplaşmanın ilk adımını 1980’lerde Humeyni Devrimi’nden sonraKabe’de başlatmıştır.Kabe’yi basan İran’lı Şiiler, Kabe’yi Humeyni posterleriyle kuşatmış, “Lebbeyk Humeyni Lebbeyk” sloganları atmışlardır. 7-8 yıl süren karışıklıklar, 250′ye yakın hacının ölmesiyle son bulmuştur. İslam dünyasına birlik getirme vaadiyle başa geçen Humeyni, ilk kanınıKabe’de dökmüştür.

İran-IrakSavaşı

Ortadoğu’yu önemli şekilde etkileyen gelişmelerden birisi Humeyni Devrimi’ndenhemen sonra 1980′de patlak veren İran-Irak Savaşı’dır. Irak’la yaşanan savaş, İran’ın genişleme isteği ve buradaki Şiilere hamilik isteğinin bir sonucudur. İran devrimliderleri, 8 yıl sürecek olan savaşta kitleleri hareket geçirmek için “Kudüs’e Giden Yol Kerbela’dan Geçer” sloganını üreterek savaşı Şii sembollerle kutsamıştır. Savaş dünya Şiilerinin radikalleşmesini ve İran’ı hami ülke görmelerini sağlamıştır.

2003 sonrası Irak’taki Şiiler İran kontrolüne geçmiştir

İran’dan sonra bölgede en büyük Şii nüfus Irak’ta bulunmaktadır. Irak’taki Şii nüfus, toplam nüfusun %60’ıdır.2003 yılında Irak ABD tarafından işgal edilirken, Şiiler Amerikan işgaline açıktan destek vermiş; işgal sonrası Irak yönetimi Şiilerin eline teslim edilmiştir.

İran’ın Irak’taki en önemli aktörü Irak Başbakanı Nuri El-Maliki grubudur. Nuri El-Maliki’nin İran-Irak savaşında İran saflarında yer alarak, kendi ülkesi Irak’a kurşun sıktığı bilinmektedir.Irak içerisinde faaliyet gösteren, Hekim grubuna bağlı olan Bedir Tugayları, Mukteda Es-Sadr’a bağlı Mehdi Ordusu da doğrudan İran’dan silah yardımı almaktadır. Bu grupların eğitimini Devrim Muhafızları üstlenmiştir.

Bugün Türkiye’nin Irak yönetimi arasında var olan gerginlik ve kavga, İran’ın Irak faaliyetlerinin yani Şii Hilali dayatmasının bir sonucu olarak okunmalıdır.

Lübnan Hizbullahı

Lübnan’da Şiiler yoğun olarak kuzeydoğudaki Bekaa Vadisi bölgesi, Başkent Beyrut’un güneyinde ve Güney Lübnan’da yaşamaktadır. Lübnan’daki Şii nüfus, toplam nüfusun % 25-35’i oluşturmaktadır.İran, bölgedeki varlığını,80′lerden bu yana iç çatışmalarla besledi.

Lübnan’da 1980’lerde yaşanan ve 150 bin kişinin ölümüyle sonuçlanan iç savaş, 1989′da varılan Taif Anlaşması’yla son buldu. İsrail ve Lübnan arasında yapılan anlaşma neticesindeHizbullah hariç bütün grupların silahsızlandırılmasına karar verildi.

İran, Lübnan’da asıl üstünlüğünü 2005 yılındayine İsrail’in müdahalesi sonucu elde etti.İsrail’in müdahalesi sonrasında Lübnan’da en güçlü siyasi grup olarak öne çıkan ve yasal olarak tek askeri güce sahip hareket olan Hizbullah’ın İran’la olan derin bağı güçlü şekilde devam etmektedir.

Suriye Şiileri

Suriye’deki Şiiler Nusayri olarak adlandırılır. %12 nüfus oranı ile Suriye’nin küçük bir kesimini oluşturmaktadır. Suriye, 30 yıl boyunca İran’a yakın bir siyaset izledi. İran’ın sekiz yıl süren Irak Savaşı boyunca Suriye, Irak’ın Saddam yönetimine karşı İran’a destek verdi.

1982′de Hafız Esed yönetiminin gerçekleştirdiği ve 30bin kişinin öldüğü Hama katliamına İran’ın verdiği destek, İslam dünyasında büyük tepkiyle karşılandı.

2000’de Hafız Esed’inölüp yerine BeşarEsed’in geçmesiyle de İran-Suriye ilişkileri güçlenerek devam etti. 2011’in Mart ayında başlayan Suriye’deki Sünni direnişine karşı katliamlar yapan Esed yönetiminin en büyük destekçisiİran oldu. 10 binin üzerinde insanın hayatını kaybettiği, 20 binden fazla insanın mülteci durumuna düştüğü Suriye’de tüm İslam dünyasından yükselen tepkilere rağmen, İran mezhepsel duygularlaEsed yönetimine destek vermeyi sürdürüyor.Çünkü Suriye, Şii Hilali’nin Akdeniz’e açılan limanıdır. Şii Hilali eğer Suriye’de kesintiye uğrarsa, bu Türkiye’nin Suriye üzerinden İslam dünyasına ulaşabilmesi, Türkiye’nin Osmanlı coğrafyasında boy göstermesi manasına geliyor.

İran, Esed'e silah yardımı yapmaya devam ediyor

Her gün onlarca masum sivilin katledildiği Suriye’de, İran Esed yönetimine yardım etmeye devam ediyor. Osmaniye’de yakalanan iki tır dolusu İran’a ait silahtan sonra şimdi de yine İran’ın gönderdiği bir gemi dolusu silah ele geçirildi.

Kaynak: Yeni Akit Gazetesi-15.04.2012

ABD ve Batı ülkeleri tarafından Suriye’deki sivillere yönelik katliam operasyonları sebebiyle yaptırım uygulanan despot Beşşar Esed rejiminin silah ambargosunu delme girişimi son anda önlendi.
İran’ın Alman kuru yük gemisini kiralayarak gönderdiği silah ve askeri gereçler, Suriye’nin Tartus limanına 80 kilometre kala durduruldu. Alman Der Spiegel dergisinin özel haberine göre, Alman bandıralı kuru yük gemisi ‘Atlantic Cruiser’ önceki gün öğle saatlerinde Suriye’nin Tartus Limanı’na 80 kilometre uzaklıkta, Esed rejimine silah taşıdığı gerekçesiyle durduruldu. Haberde, İran’ın Alman gemisi aracılığıyla Suriye’ye askeri gereç ve cephanelik gönderdiği iddia edildi.

Silahlar İran’a ait 

Atlantic Cruiser, dün öğle saatlerinde Tartus Limanı’na doğru yol aldığı sırada Suriyeli yetkililerden uyarı aldı. Geminin silah taşıdığının fark edildiği belirtilerek, rotasını değiştirmesi istendi. Bunun üzerine İran silahları taşıdığından şüphe edilen kuru yük gemisi İskenderun Limanı’na doğru yöneldi. Ancak olayın ortaya çıkmasının ardından gemi Tartus açıklarında bekletilmeye başlandı.

Alman bandıralı Atlantic Cruiser’ın İran’a ait bir gemiden birkaç gün önce söz konusu yükü Cibuti Limanı’nda alarak, Suriye’nin Tartus Limanı’na doğru yola çıktığı belirtildi.

“Geminin silah taşıdığı bilgisi bize ulaşır ulaşmaz durdurduk” diyen işletmeci şirketten Tösten Lüddeke, “Kuru yük gemimiz, Ukrayna’nın Odessa kentinde kayıtlı “White Wale Shipping” tarafından kiralandı. Bize yük olarak pompa ve benzeri maddeler bildirildi. Silah olduğunu bilseydik asla taşımazdık” dedi. Ukrayna charter şirketi “White Wale Shipping” ise söz konusu geminin tartus’a gittiğini doğruladı ancak silah yüklü olduğu iddialarını reddetti.

Rus gemisi de durdurulmuştu 

İran daha önce de Suriye’ye silah göndermek için Cibuti Tartus hattını kullanmıştı. Geçtiğimiz Ocak ayında Suriye’ye cephane taşıyan bir Rus gemisi de Kıbrıs’ta durdurulmuştu.

Esed’e ABD ve AB’den silah ambargosu 

Suriye’de şiddet olaylarında 9 binden fazla insanın hayatını kaybetmesinin ardından AB ve Avrupa Birliği ülkeleri, Suriye’deki Esed rejimine karşı bir dizi yaptırım uygulama kararı almıştı. Söz konusu yaptırımlar arasında Suriye’ye silah ambargosu da bulunuyor, Rusya ve Çin’in karşı çıkması nedeniyle BM Güvenlik Konseyi ise, Suriye hakkında yaptırım kararı çıkaramamıştı.

Tarlamızı önceden sürenler

(MUSTAFA ÖZCAN/Yeni Akit Gazetesi)

Yeni Akit Gazetesinden Mustafa Özcan yine mükemmel bir İran analizi yaptı, Batı’yla arasındaki gizli işbirliğini anlattı:

“İran devriminden önce mezhep kavgası filan yoktu. İran kendisine her karşı çıkanı Amerikan işbirliğiyle suçlamaktadır. Oysa İranAmerikan düşmanlığını veya İsrail düşmanlığını istismar etmektedir. Amaçları bu yolla İslam dünyasına ulaşmak ve kitlelerin gözüne girmek ve devşirmektir. ABD Afganistan’a girmeden önce İran’la anlaşma halindeydi, bunu İranlılar itiraf ettiler. Keşke Beşar İsrail’in elindeki Golan tepelerini kurtarmaya çalışsa, niye yapmıyor? Çünkü asıl yaptıkları göz boyamaktan ibaret.”

İşte o yazının tamamı:

Hasan el Benna, risalelerinde kamuoyu oluşturmanın öneminden bahseder. Said Havva dahi öyledir. Bunun yolu basın ve yayına ehemmiyet vermektir. İyi ve inandırıcı bir dil geliştirmek ve bu dille değerlerinizi savunmak ve yerleştirmektir. En azından aşınmasını engellemektir.

Lakin Türkiye’de bunun tersi olmuştur. İran devriminden beri maalesef Türkiye’de sistematik bir faaliyet yürütülmüş ve bunun sonucunda kitlelerde en azından İran ve çıkarlarına yakın bir algı oluşturulmuştur. Yani onlar tarafından kamuoyu oluşturma çabaları meyvesini vermiştir. 

İçte ve dışta İran düşüncesini dengeleyen kaynaklar da yavaş yavaş azalmış ve bu akımı dengeleyemez hale gelmiştir. Dışta bunu besleyen kaynaklar Suriye İhvanı idi ve 1980’den sonra kurutulmuştur. Zıt kamuoyu oluşturma yoluyla bazı kavramlar suiistimal edilmiş ve içi boşaltılmıştır. Ümmet kavramı gibi. Fiiliyatta ümmet, azınlık anlayışına indirgenmiştir. Ümmetin esenliği elbette ki her itibarın üzerindedir. Lakin ümmet nedir ve kimdir?

İran’ın mezhep üzerinde nüfuz kazanma ve kart oluşturma siyaseti ümmetin birliğine mi yoksa parçalanmasına mı hizmet ediyor? Dolayısıyla bu tezi kabul ettiğinizde mugalata anaforuna düşmüş oluyorsunuz. Ümmet adına ümmeti parçalayan bir süreç başlatılmış oluyor. İran ise gerek direniş adına gerek Amerikan karşıtlığı adına İslam milletleri veya devletleriyle işbirliği yerine zıtlaşmacı ve zıtlaştırmacı politikalar izlemektedir.

Bunun acı meyvelerinden birisi 8 yıl süren İran-Irak savaşıdır. Başlangıcından Saddam’ı sorumlu tutabilirsiniz lakin 8 yıl sürmesinden kim sorumludur? Ayetullah Humeyni Saddam’ın devrilmesine kadar savaşı sürdürme niyetinde olmuştur. Ve bugün Saddam’ın farklı bir benzeri olan Beşşar’ın kalmasını isteyenler o gün Ayetullah Humeyni’nin bu yaklaşımını makul buluyorlardı. Irak’ta devir, Suriye’de tut! O gün ise üstelik Suriye’deki gibi meydanlarda bir halk hareketi de yoktu. ‘İşbirlikçi ve hain ve Amerikancı’ edebiyatı ve mugalatası üzerinden ümmeti kucaklamak yerine aksine ümmet birbirine düşürülmüştür.

Ehl-i Sünnet fırka değildir ve Abdullah FehdNefisi’nin ifadesiyle ümmetin kendisi veya ortak paydası ve bölenidir. Ümmetle birleşmek isteyen onu dikkate alır ve altını oymak yerine onunla bütünleşmenin ve kucaklaşmanın yollarını arar. Lakin kendilerini siyasi merci görenler nahak yere onun üzerine oturmak istemişlerdir. Bunun gaspçı Emevi anlayışından farkı nedir? Kucaklaşma noktasında tam tersi yapıldığı halde Yavuz döneminde Yavuz’u suçlayanlar gibi bugün de kendilerini dövenler ve zıt akıma kaptıranlar var. Bu işimizi zorlaştırır ama nihai dengeyi değiştirmez. Kimileri Türkiye’nin Suriye politikasının mezhep politikalarına hizmet ettiğini varsaymaktadır. Halbuki, İran’ın Afganistan’da Hazaralar, Yemen’de Husiler ve Irak’ta Davet ve diğer partiler üzerinden bu politikası perçinlenmiştir. Suriye’de ise Nuseyriler ve seküler laik Baas Partisi’ne destek çıkarak hem kendi prensipleriyle çelişmiş hem de mezhebi politikalarına tüy dikmiştir. Böyle olunca dürbünün tersinden bakanlar Türkiye’yi suçlamaktadır. Elbette dürbünün tersinden de bir şeyler görünür. Ama hacmiyle mütenasip olmayan şeyler görünür. Dürbünün tersinden bakanlar da bir şeyler görüyorlar. Lakin Peygamberimizin duasının zıt suretinde görüyorlar. ‘Allahümmeerine’leşyaekemahiye’ buyurmuşlardır. Yani Peygamberimiz Allah’tan varlıkları kendisine olduğu gibi göstermesini dilemiştir.

İran-Irak savaşı sırasında İran’ın bu savaşla ilgili bir sloganı vardır. El harb el mafrude yani dayatılmış savaş. Mezhep kavgasında da İslam ümmeti ve bölge ülkeleri, dayatılmış bir savaşla karşı karşıya.

Bizler mezhep savaşı açan değil maruz kalan tarafı temsil ediyoruz. İran devriminden önce mezhep meselesinin lafı mı vardı? Hatta iki tarafın mazlumları da ortak çatı altında buluşuyorlardı. Hasan el Benna vesaire gibiler iki tarafın yararına projeler üretiyorlar ve bu kavgaların geride kalmasını arzuluyorlardı. Fakat İran devrimiyle birlikte yeniden başlayan deneyim bizi realitede ve vakıada farklı bir noktaya taşıdı. 30 yıldan beri bu noktada giderek tırmanarak ümmet olarak yeniden Yavuz öncesi tabloya dönmüş olduk.

Bugün de Sofi Beyazıtçıların sesi gür çıkıyor. Daha İran devrimi kopmadan da Mustafa Sıbai, Şiilerle yakınlaşma ile ilgili yaşamış olduğu acı deneyimini Es Sünne kitabında paylaşır. Said Havva’dan sonra Yusuf Karadavi de en hararetli buluşma çizgisini savunanlardan birisi olmasına rağmen 2008 yılından beri gerçekçi bir çizgiye oturmuştur. Hizbullah’la ilgili ifadelerini arkadaşımız İsmail Yaşa sütunlarına taşımıştır. Yani deneyenler parmaklarını ısırıyorlar.

Temenniyat başka vakıa daha başkadır. Abdulkadir Geylani’nin Fethurrabmani’sinde ifade ettiği gibi boş temenni cehennemdeki vadilerden birisinin adıdır. İran karşıtlarını, hep Amerikan işbirliğiyle suçlamaktadır. İdeolojik olarak buradan beslenmekte ve güç almaktadır.

Lakin 2003 yılında Irak ve öncesinde Afganistan işgallerinde Rahim Safevi gibiler bizzat ABD ile muvazaa içinde olmuşlardır. Bunu itiraf edenlerden birisi Muhammed Abtahi diğeri de bizzat Rafsancani olmuştur. Kendilerini Amerikan karşıtı pehlivan olarak göstermek için bu yönlerini azami derecede gizlemektedirler. Kısaca Amerikan düşmanlığını veya İsrail düşmanlığını istismar ediyorlar. Amaçları bu yolla İslam dünyasına ulaşmak ve kitlelerin gözüne girmek ve devşirmektir. Keşke bunu samimi bir şekilde yapsalar.

Mesela Beşşar Esad kentlerden çektiği veya çekmesi gereken tanklarını GolanTepeleri’ne yığsa ve İran, Hizbullah ve Husilerle birlikte İsrail’e cephe açsa. O zaman işin seyri değişecektir. Niye yapmıyorlar? Yoksa yaptıkları göz boyamaktan mı ibaret? Sonuç olarak şunu söylemek mümkündür;
İhsan Sabri Çağlayangil, 1971 yılı için şöyle söylemiştir: “CIA altımızı oymuş, farkına varmamışız.” Merhum Muhsin Yazıcıoğlu da “Tarlamızı önceden sürmüşler haberimiz olmamış” demiştir. Türkiye’yi bu kadar mezhep savaşına hevesli gösterenler acaba bilmeden zihin tarlalarını başkalarına mı sürdürdüler? Son olarak modern Fatimi devleti Suriye rejimidir. AmusGilad’ın ifade ettiği gibi o gitmeden İsrail’e bir şey olmaz!