Osmanlı Devleti’nin gerilemesiyle birlikte, kendilerine özgür ülkeler vaat edilen İslam topraklarında sömürgecilik dönemi başlamıştır. Ortadoğu ülkeleri, ağırlıklı olarak İngiltere’nin ve kısmen Fransa ve İtalya’nın fiili işgali altında kalmıştır.
Sömürge döneminin bitiminde ise, emperyalist devletlerce Ortadoğu ve İslam coğrafyasında siyasal açıdan iki temel politika izlenmiştir. Birincisi, sınırları realite ile uyuşmayan, dinsel ve etnik sorunlara gebe suni devletler kurulmuştur. İkincisi de, İslam ortak paydasına dayanan bu coğrafyanın yönetimleri, dinsel ve etnik açıdan marjinal gruplara bırakılmıştır.
Bu yönetimler, sömürgecilik sonrası yıllardan bugüne kadar karşılıklı darbelerle, farklı elitist yönetimler arasında gidip gelmiştir. Halkın çoğunluğuna ve dokusuna dayanmayan yönetimler, doğaları gereği despot idare yöntemlerini benimsemişlerdir. Dünyayla birlikte bölge de, aynı dönemlerde ideolojik soğuk savaşları yaşamıştır.
Tüm bu karmaşanın ortasında, devlet tecrübesi bulunmayan, totaliter azınlık yönetimleri altında ezilen, din karşıtı ideolojilerin hayatı biçimlendirmesi karşısında ne yapacağını bilemeyen Müslüman toplumlarda, İslam’ın siyasi bir ideoloji gibi okunması yönünde eğilimler ortaya çıkmıştır. Altmış yılı aşan bu buhran dönemi, İslam ülkelerinde siyasal çıkış yolları aranmasına sebep olmuştur.
Bu durum, geçmişinde yayılmacılık maksadıyla dini siyasallaştıran İran açısından ise müthiş bir fırsat doğurmuştur. İran, İslam coğrafyasında sınıf atlayarak bir aktör haline gelmiştir. İran, zaten politik bir tartışmadan hareketle alternatif bir İslam üretme eğiliminde olduğu için, İslam’ın siyasal bir ideoloji olarak sunulmasında da ön ayak olmuştur. Müminleri adeta birer parti üyesine ve rejim destekçisine dönüştüren zihniyeti tüm İslam ülkelerine servis etmiştir.
İran, ülkelerinde sorunlar çeken kimi Müslüman grupları finansal ya da organizasyonel olarak destekleyerek geniş bir etki alanı kazanmıştır. Devletlerinden dini kaygılarla rahatsız olan ve İslami duyarlılıkla yönetilen bir devlette yaşamak isteyen birey ve grupların İran tarafından devşirilmesine fırsat doğmuştur. İran bu dönemde en hafif tabiriyle siyasi sempatizanlar kazanmıştır. Elbette bu ilişkinin İran lehine sempatiden daha fazlasını getirdiğini kabul etmek gerekir. Ülkemiz dahil pek çok bölge ülkesinde, maalesef Sünniler arasında İrancılık eksenli siyasi akımlar ve destekçiler ortaya çıkmıştır.
En bariz örneklerden biri Lübnan Hizbullahı’dır. İsrail karşısında Lübnanlı Müslümanlara destek için ülkeye giren Kudüs Ordusu ajan ve birlikleri, Şii Lübnan Hizbullahı’nı kurarak, Lübnan’ı İran için bir üs haline getirmiştir. Müdahaleye başta sıcak bakan Sünni gruplar bin pişman olmuştur. Ancak, Filistin sorununu bölgede nüfuz kazanmak için istismar eden İran’ın, Hama ve Humus katliamlarına sessiz kalması, hatta katliamları gerçekleştiren Nusayri Suriye yönetimini desteklemesi, Müslüman gruplardan bazılarının zamanla uyanmasına sebep olmuştur.
İslam topraklarında kısır döngü haline gelen dramatik sorunların istismarıyla bölge aktörleri arasına giren İran, bu avantajı koruma adına sorunların çözümsüzlüğünü desteklemektedir. Ajanları ve kurduğu terör örgütleri vasıtasıyla, bölge devletleri ile halkları arasındaki bağları zayıflatmaya ve devlet – halk arasındaki çatışmaları körüklemeye çalışmaktadır. Bu şekilde bir yandan komşu devletleri zayıflatırken, diğer yandan radikalleştirdiği ve terörize ettiği Sünni kesimleri devletlerin ve uluslararası camianın hedefi haline getirmektedir.
Özetle, İran Yirminci yüzyılda İslam coğrafyasının maruz kaldığı bu kaostan karlı çıkan tek Ortadoğu ülkesi olmuştur. Hz. Ömer’in İran’ı fethinden bu yana Persçilik ilk defa bu kadar etkin hale gelmiştir. İslam ordularının yıktığı Persçilik günümüzde tekrar altın çağını yaşamaktadır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder