(MUSTAFA ÖZCAN/Yeni Akit Gazetesi) Şii eksenin başbakanları çekilmesini bilmiyor. Kimlik kartı olarak Sünni kitleye mensup
olmasına rağmen gerçekte Hizbullah Başbakanı olan Necip Mikati, Suriye
rejimini ve Hizbullah’ı temsil ediyor. Suriye meselesinde İran, Suriye
ve Hizbullah eksenini temsil ettiğinden ve meşruiyetini onlardan
aldığından Suriye ile alakalı olarak ‘en ne’y binnefs/uzak durma’
politikası izliyor. Gerçekte iktidardan değil Suriyeli muhaliflerden
uzak duruyor.
Yoksa Beşşar rejimine göbeğinden bağlı.
Vesim el Hasan’ın bir suikastla öldürülmesinden sonra Müstakbel grubunun
bütün baskılarına rağmen istikrar adına istifa baskılarına direndi.
İstifaya yanaşmadı. Burada istikrardan anlaşılan, Suriye rejiminin
istikrarı. Nitekim Beşşar Esat’ın 6 Ocak 2013 konuşmasından sonra
muhalifler Esat rejiminin istikrar arayışına hizmet etmeyeceklerini
duyurdular. Necip Mikati’den sonra bölgedeki İran ekseninin ikinci adamı
Beşşar Esat ta çekilmeye yanaşmıyor. Kaddafi gibi ‘ben çekileceğime
halk çekilsin ve muhalifler çekilsin’ diyor. İran bu konuşmasına alkış
tuttu. Zaten Beşşar da konuşmasında alenen İran, Rusya ve Çin’e
şükranlarını arz etmiştir. Velhasıl, Suriye’deki azınlık rejiminin
temsilcisi Beşşar Esat çekilmiyor ve çekilmekten de söz etmiyor.
Gözlemciler bu konuşmasını Kaddafi’nin yaptığı son konuşmalarına
benzetiyorlar. Beşşar, Kaddafi’nin biraz daha eğitimli, biraz daha
yumuşak yüzlü bir kopyası. Bu maskesine rağmen ondan daha cani. Kaddafi
kadar da ‘sevimli ve renkli’ değil.
6 Ocak tarihinde Esat’la birlikte Ordu
Günü münasebetiyle Maliki de konuştu. İkisi birbirinin kopyası gibiydi.
Irak’ı İran eksenine sokan Nuri Maliki de muhaliflerini Esat gibi iki
şeyle suçluyor. Bunlardan birisi, yabancılara dayanmak ve yaslanmak.
Kendi sırtını İran’a dayadığı halde muhaliflerini Türkiye’nin gündemini
takip etmek ve onun tarafından güdülmekle suçluyor. Saddam Hüseyin’in
veya Tayyip Erdoğan’ın portreleriyle kendisine muhalefet ettiklerini ima
ediyor. Bu doğru ve bunun nedeni milli uzlaşmaya yanaşmamasıdır. İkinci
suçladığı husus ise muhaliflerin sekter yani mezhepçi bir dil
kullanmaları. Şimdi Nuri Maliki, merkezi ve iktidarı temsil ettiğinden
herkesi bölücü ve mezhepçi olarak nitelendirmektedir. Halbuki, Sünnileri
hem dışlayan hem de suçlayan kendisidir. Milleti suçlayarak kendini
aklıyor. Dışlayanın uygulaması değil de dışlananın yakınması suç oluyor.
Muhalifler sekter bir dil kullanıyorlarsa bunun nedeni Maliki’nin
sekter uygulamalara imza atmasıdır. Uygulamaya, merkezdeki sekterizme
bir şey demiyor da bu dili muhalifler kullanınca onları
taifiyye/sekterizm dile kullanmakla suçluyor. Halbuki Sünnilerin yaptığı
sekterizme değil ona cevap vermek ve mukabele etmektir. İki üç yıldır
bütün demokratik yolları deneyen muhalifler İran ekseninin oyunları
nedeniyle Maliki’yi indirme konusunda bir sonuca ulaşamadılar. Talabani
kendisine kol kanat germiş iken o velinimeti Talabani’yi ‘Şaron misali’
bitkisel hayata sokmuştur. Talabani, Şaron gibi kilolu ve sağlık
sorunları olmasının yanında bir de terminatör vasıfları olan Maliki’ye
çarpmıştır. Velhasıl, İran ekseni başbakanları veya cumhurbaşkanları
‘kan dökücü’ olmanın yanında ‘üste çıkma’ özelliğine sahip kimselerden
oluşmaktadır. Necip Mikati, Beşşar Esat gibi Nuri Maliki de istifa
etmemekte direniyor. Geride sadece şiddet seçeneği bırakıyorlar. Irak’ı
yakmayı ve ikinci defa iç savaş çıkarmayı göze alarak da olsa
kanunların arkasına sığınarak halkın taleplerini reddediyor. Halklarına
dayanarak değil İran’a dayanarak zorba iktidarlarını sürdürmeye
çalışıyorlar. İftiralarla üste çıkmaya çalışıyor. Amerikan tanklarıyla
Irak’a ve İran desteğiyle iktidara geldiği halde muhaliflerin
yabancılardan güç devşirdiğini söylüyor. Utanmazsan dilediğini yap ve
söyle! Sandalyesi yetmediği ve hükümeti kurma görevi Allavi de olmasına
rağmen İran’ın yardımıyla iktidara geldiği halde muhaliflerini
mezhepçilikle suçluyor. Maalesef Şii gruplar da Maliki’yi silkelemek
yerine muhalifleri ikna etmeye ve taleplerinden vazgeçirmeye
çalışıyorlar. Anbar olaylarını değerlendirmek üzere Meclis’i istisnai
olarak toplantıya çağıran Üsame Nuceyfi’nin bu girişimini boşa çıkartan
Şiiler Maliki’nin günahına bir kez daha ortak olmuşlardır. Kendi düşen
ağlamaz. Vakit kazanmaya çalıştıkça kabahatlerini büyütüyor ve çözümü
daha zor ama aynı oranda köklü ve cezri hale getiriyorlar. Yol yakınken
hatalarından dönmüyorlar.
Bazıları farkına varamadan zihinlerinin
bir kenarına Hizbullah’ı ve İran’ı merkeze yerleştirmişler ve onun
asabiyesi haline gelmişlerdir. Hak onlara göre ikisiyle deveran ediyor.
Bu yüzden de iktidarlara bindiren Suriye, Irak ve İran halklarının
iradesini sorguluyorlar. İran ve Hizbullah’ın söylem ve eylemlerini
tetkik ve test etmeden içselleştirmişler. Şimdi ise kafaları karışmış ve
‘Suriye’de tezat var’ diye bağrışıyorlar. Tezat kafalarında! İran’ı
merkeze oturttukları için var. Onlara göre, Hizbullah’ın ve İran’ın
karşısında kalan her şey gayri meşru. Dolayısıyla Suriye’de peşin
hükümleri karşısında vicdanlarını bastırmaya çalışıyorlar. İlk göz
ağrısıyla alakalı bir durum. Bilmeden buzağı sevgisi gibi İran sevgisi
içirilmişler. Şeyh Şadi’nin Bostan ve Gülistan’ın da bir hikaye bu
psikolojik hali tasvir etmektedir. Bir zevce ölüm döşeğinde kocasını
çağırır ve bir vasiyette bulunur ve ona der ki: Sakın ola benden sonra
dul bir kadınla evlenme. Evlenirsen, pek mutlu olamazsın. Nedeni şudur:
Ben seninle evlenmeden önce, siyahi biri tarafından kaçırıldım ve ondan
sonra seninle evlensem de onu hiç unutamadım. Bunca gerçeğe rağmen
birileri hala Suriye’de İran ve eksenini haklı görüyorsa burada ilk göz
ağrısı durumu ve sorunu var. Zihinleri önceden sürülmüş ve işlenmiş ve
ilk göz ağrısının etkisini üzerlerinden atamamışlar. Merkeze İran’ı
oturttuklarından hakkı ve adaleti onun zaviyesinden görüyorlar.
İnsanları hakla değil hakkı insanlarla ve rejimlerle tanıyorlar. Olaylar
bile bunu tedavi edemiyor.
Onların arkasındaki güçler ise şiddet veya müsekkinlerle kitleleri uyuşturmaya çalışıyorlar.
09.01.2013
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder