(AKIN ÖZÇER/Taraf Gazetesi)
İran Genelkurmay Başkanı Hasan Firuzabadi hafta başında Devrim
Muhafızları internet sitesine yaptığı açıklamada, Esed
karşıtı politika izleyen Suriye’nin komşusu bazı ülkeleri “Büyük Şeytan
ABD’nin hedefleri doğrultusunda hareket ettikleri” gerekçesiyle
eleştirdi. Firuzabadi, Tahran’ın eleştirilerini genelde imalarla dile
getiren klasik diplomasi tarzıyla yetinmedi ve ismen zikrettiği bu
ülkelere Suriye’den sonra sıranın kendilerine gelebileceği uyarısında da
bulundu. Bu uyarıyı, İran Meclisi Güvenlik ve Dış politika Komisyonu
üyesi Kâzım Celali’nin Suriye’de kaçırılan ve hacı oldukları öne sürülen
İran vatandaşlarının güvenliğinden “teröristleri silahlandıran
Türkiye’yi” sorumlu tutan açıklaması izleyince Tahran’la ilişkiler
gündemin ilk sırasına oturdu.
Dışişleri Bakanı Davutoğlu, Myanmar’a
hareketi öncesinde, apartopar Ankara’ya gelen İranlı mevkidaşı Salihi
ile Türkiye’nin Suriye konusundaki tutumunu da konuştuklarını açıkladı.
İki ülke arasında bu konuda görüş ayrılıkları olduğunun altını çizen
Davutoğlu, İranlı yetkililerin açıklamalarının sadece ikili ilişkilere
değil ayrıca Tahran’ın uluslararası alandaki politikasına da zarar
verdiğini belirtti. Devlet adamlarından açıklamalarını ciddi bir
süzgeçten geçirdikten sonra yapmalarını beklediğimizi Salihi’ye ilettiği
söyledi. Ancak Suriye’ye bakışları karşıt olan Türkiye ve İran’ın bunu
köklü ikili ilişkilerine yansıtmamak için özel çaba harcamaları
gerektiğine kuşku yok.
Suriye’de Esed’in ve Baas rejiminin
geleceği, Rusya ve Çin’in BM Güvenlik Konseyi’ndeki katkılarına karşın
pek parlak değil. Ülkenin nasıl bir devlet yapısına sahip olacağı belki
öngörülemiyor ama kurulacak rejimin daha demokratik ve insan haklarına
saygılı olması beklentilerin başında geliyor. Esed karşıtı politika
izlemenin başka bir ilkesel yönü de yok. Suriye’de etnik veya dinsel,
hatta mezhepsel farklılıkları öne çıkaran totaliter bir rejimin
inşasının uluslararası arenada destek bulması kolay değil. O bakımdan
İran’ın Suriye’de önünde sonunda kaybetmesi kaçınılmaz. Peki, ama sonra
sıra kime gelecek?
İran Genelkurmay Başkanı’nın satır
arasında söylediklerini Esed rejiminin yıkılmasıyla PKK’nın Türkiye’nin
başına büyük dert açacağı şeklinde okumak mümkün. Bu öngörüde doğruluk
payı yüksek ve konunun bu veçhesi üzerine yazan çizenler de az değil
aslında. Baas rejiminin çökmesine ilkesel temelde yani daha demokratik
bir rejim kurulması için destek veriyorsak, bu alandaki sicilimizi bizim
de yükseltmemiz gerekiyor. İşte bu nedenle Türkiye’nin Kürt sorununu
çözecek demokratik bir yeni anayasaya her zamankinden daha acil ihtiyaç
duyduğunun altını kalın çizgilerle çiziyoruz.
Ne var ki Baas rejiminin yıkılmasının ardından sıranın önce İran’a geleceği genel kabul görüyor. Firuzabadi’nin ima ettiği ülkeler arasında Türkiye’den başka demokrasi sicili kötü bir Suudi Arabistan ile bu alanda daha çok adım atması gereken Katarda var ama İran’da, nükleer sorunu bir tarafa, insan hakları ihlalleri özellikle 2009 cumhurbaşkanlığı seçimlerinden bu yana ileri boyutlara ulaşmış durumda. Bu seçimleri hile karıştırıldığı iddiasıyla sokakta protesto edenlerin üstüne silah sıkılması nedeniyle ölenlerin sayısı bile sansür uygulanması nedeniyle kesin bilinmiyor.
Oysa Şah’ın diktatörlük rejimi ve sayısız insan hakları ihlalleri İslam Devrimi’nin varlık nedenlerinden birini oluşturuyordu. Ama devrimi gerçekleştirenler açısından bu ihlaller tanrıtanımaz bir rejimden kaynaklanıyordu. Bu nedenle kendi anayasalarının başlangıç bölümünde “evrensel insan haklarına” değil, yabancı ideolojilerden arındırılmış, “milli ve din?’ değerlere atıf yapıldı. İslam Devrimi lideri Ayetullah Hameney’in yıllar sonra, 27 Nisan 2005′de buyurduğu gibi, insan hakları “İslam’a karşı bir silah” olarak görüldü, Şeriat da hiyerarşik olarak insan haklarının üstünde sayıldı. Hameney’e göre, bütün temel haklar on dört yüzyıldır Kuran’da mevcuttu. İfade özgürlüğü olsun, kadın hakları olsun, temel hak ve özgürlükler Kuran’a uygun olarak, —tüm sınırlamalarıyla elbette— Batı’da Rönesans’tan sonra geliştirilen insan hakları kavramından çok daha önce vardı.
Kabul etmek gerekir ki İran’ın Şeriat’a
dayalı rejimi ve BM, Avrupa Parlamentosu ve diğer uluslararası
kuruluşların insan hakları ihlallerine ilişkin kararlarını yukarıdaki
yaklaşımla reddetmesi önemli bir sorun oluşturuyor. Bu, İran’ın sadece
gelişmiş dünyayla barışmak için çözmesi gereken bir sorun değil. Aynı
zamanda yurttaşlarına karşı yerine getirmesi gereken bir görev. Ayrı bir
yazı kon usu olacak kadar kapsamlı bir belge olan BM Genel Kurulu’nun
17 Şubat 2012 tarihli İran’la ilgili son kararına sadece bir göz
attığımızda, bu ülkede “işkencenin yanı sıra, organ kesme, kırbaçlama
gibi vahşi, aşağılayıcı ve insan onuruyla bağdaşmayan ceza ve
muamelelerin olduğunu görüyoruz. Tanrıya karşı gelmek (moharabeh) gibi
soyut kavramlarla insanların, suç işlediği zaman 18 yaşından küçük
çocukların asıldığına, kadınlara negatif ayırımcılık yapıldığına tanık
oluyoruz. Kararın maddelerini sıralayarak benzer örnekleri daha da
arttırmak mümkün.
İran, devlet geleneği olan, iyi
diplomasi yapan bir ülke. Ama demokrasi sicili bu kadar kötü, insan
hakları bagajı ihlallerle ağzına kadar dolu bu rejimi, değişim kıvılcımı
çoktan çakılmış bu bölgede siyasi manevralar ve alaturka kurnazlıklarla
daha uzun süre götürmek mümkün değil. Sıranın sona kalsa bile İran’a da
geleceğine kuşku yok.
11.08.2012
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder