26 Nisan 2012 Perşembe

Yanlışlardan doğru üretmek

(MUSTAFA ÖZCAN/Yeni Akit Gazetesi)         Mustafa Özcan Şiilerle ABD arasındaki gizli ittifakı bir kez daha deşifre etti. Şiiliğin tarihinden alıp son yıllardaki Türkiye’nin Ortadoğu politikalarına da izah getiren Mustafa Özcan Irak’taki ABD İran ittifakıyla ilgili de şunları yazdı:

“Kaldı ki Türkiye’nin bir biçimde 1 Mart tezkeresini onaylamaması karşısında İran, görünmez tezkeresini onaylamış ve yıllardan beri İran’da sürgünde yaşayan Iraklı muhalifler İran’ın yeşil ışığı sayesinde Amerikan tanklarıyla birlikte Irak’a dönmüşler ardından da Amerikan şemsiyesi altında siyasi sürecin mimarları olmuşlardır”

İşte o yazının tamamı:

Özellikle Suriye konusunda kafalar epey karışık. Netleşme zaman alacak.

Lakin kafa karışıklığı veya bulanıklığı daha ziyade zihni. Dışarıda, hariçte böyle bir bulanıklık yok. Bilgi eksikliği ve kirliliği ve bilgiyi düzene koyamamak kafa karışıklığının temel nedenleri arasında bulunuyor. Bu kafa karışıklığını izah etmek için bir okur mektubunu tahlil etmek istiyorum: “Bizim Başbakanla, Cumhurbaşkanıyla ailecek görüşüp tatil yapabilecek seviye gelen muhabbetler, ortak bakanlar kurulu toplantıları, neredeyse nüfus cüzdanı ile geçişlere birden bire ne oldu?

Bunlar yaşanırken Suriye; İran’ın, HAMAS’ın, Hizbullah’ın dostu değil miydi? İsrail’in, ABD’nin düşmanı değil miydi? Suriye’yi yönetenlerin mezhebî kimliği bilinmiyor muydu? PKK’nın faaliyetlerini durdurmamış mıydı? İran, Hizbullah Şii değil miydi? İran, 1400 yıldan beri Şii değil miydi? Suriye’de Hama katliamı yaşanmamış mıydı? Bu katliamı Beşşar’ın babası yapmamış mıydı? Bizimkiler sonradan mı öğrendi? Ne oluyor Allah aşkına?”

Mesele hiç de okurun feryat ettiği gibi değil. Sözgelimi, geçmişte Hizbullah’ın İran eksenli veya Şii kökenli olduğunu ifade etmek bir tabu ve vahdete mugayir bir yaklaşım olarak tepki görüyordu. Bunun tanıklarından biri benim.

Yeni Şafak’ta yazdığım sıralarda Hizbullah’ı tanımlamak için ‘Şii’ ibaresi kullandığımızda mezhepçilik yaptığımız ileri sürülüyordu. Şimdi ise okur tersinden ‘madem öyleydi neden uyarılmadık?’ diye soruyor. Dolayısıyla her iki halde de suçlanıyorsunuz. Peki fikri takibi olmayan okurun bu kafa karışıklığında hiç mi kusuru yok?

Suriye’nin PKK’nın faaliyetlerini durdurması dostluğumuzun bir eseri değil Atilla Ateş Paşa’nın tehditlerinin bir meyvesidir. Burada da okur kafa karışıklığını meşrulaştırmak için süreci yanlış bir yerden başlatıyor.

Kaldı ki, İran’ın 1400 yıldır Şii olduğu falan da yok. Bu süreç 1501 tarihi itibarıyla başlıyor. Daha önce İran’da ekseriyet Sünni ve ülke Selçuklular tarafından yönetilmektedir. 

Akkoyunlular döneminde de ülke Sünni bir yapıya haiz. İran kılıç zoruyla Şiileştiriliyor hatta bu zorla Şiileştirme kampanyası bir buçuk yüzyıla yayılıyor. O sıralarda Anadolu-İran sınırları kapalı olduğundan ve arada bir sıcak ve soğuk savaş yaşandığından Şiileştirme kampanyası Anadolu’ya sıçrayamıyor.

‘Ne oluyor Allah aşkına?’ sorusunun yanlış bilgileri tashih etmekten başka cevabı yok. Suriye’de temel ayrışma halk ile iktidar ayrışmasıdır. Bu ayrışmada İran, rejimden yana düşmüş Türkiye ise halkı tercih etmiştir. Bunu hazmetmekte zorlanıyorsanız bu sizin meselenizdir. Hariçte böyle bir sorun yok.

Yanlışları alt alta toplayıp onlardan doğru üretmek ancak simyacılıkla veya sihirbazlıkla veya kara büyü ile açıklanabilir. Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olursanız cehl-i mürekkep sahibi olursunuz. Yarım hoca dinden, yarım doktor candan, yarım bilgi de doğrudan eder. Bu cehli izale ise fevkalade müşkildir. Günümüzde simyanın yerini mugalata/aldatmaca almış vaziyettedir.

Şimdi Türkiye’nin Suriye’deki aktif politikasından rahatsız olanlar Türkiye’nin Şii-Sünni savaşına kapı araladığını vehmediyorlar. Bu takım 2006 veya 2007 yılında da Türkiye’nin Lübnan’da görev yapacak BM barış gücüne istihkam birliği göndermesini de Hizbullah’la çatışma zemini üretmek olarak değerlendirmişti.

Bütün ulusalcı kesimler ve İran yanlıları bugünkü gibi o gün de vaveyla koparmışlardı. Sadece Fadlallah bu koroyu bozmuştu. Amaç, Türkiye’nin Ortadoğu’dan uzak tutulması ve İran için de dikensiz bir gül bahçesi haline çevrilmesiydi.

Yine o dönemde Lübnan’a asker sevki kararı, 1 Mart tezkeresi ve Amerika’nın Irak’ı işgaliyle karşılaştırılıyordu ve yansıtılıyordu. Bu kesimler bu meseleyi niye unuttular? Korktukları başlarına geldi mi? BAK adlı bir grup Türk askerinin dışarıya sevkine kategorik olarak karşı çıkıyordu. Sadece BAK’a bak denilebilir! Dünün muhasebesini yapmayanlar yine basmakalıp ve ezber suçlamalarla karşımıza çıkıyorlar. Türkiye’yi Ortadoğu’da İran’ın gündemine hapsetmek istiyorlar. Beşşar geçmişte Türkiye’yi geniş fezasından ve çevresinden yalıtacak mihverler öneriyordu. İran, Irak, Suriye ve Türkiye mihverinden bahsediyordu. Türkiye bu mihverde tek kalınca elbette ki onların uydusu olacak ve dümen suyundan gidecekti. Ali Ekber Salihi de Davudoğlu’na benzer teklifler sunuyordu. Türkiye’yi çembere almak istiyorlardı.

Suriye konusunda baştan Türkiye’nin Amerikan gündeminin parçası olduğunu ilan edenler meselenin netleşmesiyle birlikte bu sefer de Türkiye’nin yalnız kaldığını söyleyerek düzünden vurdukları gibi tersinden de vuruyorlar. Halbuki Türkiye 2005 yılında Suriye’nin yalnızlığını kırdı. Lakin o zaman Arap Baharı ve halkın galeyanı yoktu. Yani hangi politikayı izleseniz nazarlarında yanlışa düşüyorsunuz. Türkiye mi yanlış yoksa onlar mı tatminsiz? Varsın Türkiye doğru yolda yalnız ve tek başına kalsın. 1 Mart tezkeresi günlerinde aynısı söylenmedi mi? Bu sizi niye rahatsız ediyor? Bedel ödemekten mi korkuyorsunuz yoksa Suriye rejimini kayırma gibi gizli ve şifası olmayan bir derdiniz mi var? Türkiye’yi bölgeden dışlamak isteyenler bir biçimde İran tekelistanına müzahir oluyor ve onun gündeminin parçası oluyorlar.

Yine bazı yazar ve çizerler Türkiye’nin Suriye meselesiyle ilgilenmesini Irak meselesiyle karıştırıyorlar. Irak’ta bir milyon kişi ölmüş Suriye’de de tekerrür edebilirmiş! Türkiye Irak’ta ölenlere seyirci kalmış burada ise tersini yapıyormuş. Türkiye’nin Irak politikaları elbette ki eleştirilebilir. Zira öyle noktalar da var. Lakin Türkiye Amerikan işgaline aktif bir destek sunmamıştır. Bundan dolayı Rumsfeld Irak’ta başlarına gelenlerin Türkiye yüzünden olduğunu söylemiştir.

Kaldı ki Türkiye’nin bir biçimde 1 Mart tezkeresini onaylamaması karşısında İran, görünmez tezkeresini onaylamış ve yıllardan beri İran’da sürgünde yaşayan Iraklı muhalifler İran’ın yeşil ışığı sayesinde Amerikan tanklarıyla birlikte Irak’a dönmüşler ardından da Amerikan şemsiyesi altında siyasi sürecin mimarları olmuşlardır. 

Bunların bir milyon kişinin ölümünde hiç mi dahli yok? Bugün de Irak’ı onlar yönetiyor. Kimileri bunu siyasi uyanıklık olarak görebilir ve meşrulaştırabilir. Lakin ahlaki olarak meşrulaştırıp da insanlığı öldürmeyelim! İkinci olarak, Irak’taki bir milyonluk kaybı Suriye’ye uyarlamak kuruntu ile Esat’a ölüm fetvası vermektir. Vicdan bunun neresinde? 

Meseleye İran zaviyesinden bakanlar hakkaniyetten uzak duruyorlar ve mevhum korkularla Suriye halkının katline cevaz veriyorlar. Ortadoğu’ya İran penceresinden bakanlar onun projelerinin de maşası olmuş oluyorlar. Ama vicdanlarını karartanlara söyleyecek sözümüz yok.

Kaynak: Yeni Akit Gazetesi- 22.04.2012

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder