15 Ekim 2012 Pazartesi

Sıra İran’a gelecek

(AKIN ÖZÇER/Taraf Gazetesi)          İran Genelkurmay Başkanı Hasan Firuzabadi hafta başında Devrim Muhafızları internet sitesine yaptığı açıklamada, Esed karşıtı politika izleyen Suriye’nin komşusu bazı ülkeleri “Büyük Şeytan ABD’nin hedefleri doğrultusunda hareket ettikleri” gerekçesiyle eleştirdi. Firuzabadi, Tahran’ın eleştirilerini genelde imalarla dile getiren klasik diplomasi tarzıyla yetinmedi ve ismen zikrettiği bu ülkelere Suriye’den sonra sıranın kendilerine gelebileceği uyarısında da bulundu. Bu uyarıyı, İran Meclisi Güvenlik ve Dış politika Komisyonu üyesi Kâzım Celali’nin Suriye’de kaçırılan ve hacı oldukları öne sürülen İran vatandaşlarının güvenliğinden “teröristleri silahlandıran Türkiye’yi” sorumlu tutan açıklaması izleyince Tahran’la ilişkiler gündemin ilk sırasına oturdu.

Dışişleri Bakanı Davutoğlu, Myanmar’a hareketi öncesinde, apartopar Ankara’ya gelen İranlı mevkidaşı Salihi ile Türkiye’nin Suriye konusundaki tutumunu da konuştuklarını açıkladı. İki ülke arasında bu konuda görüş ayrılıkları olduğunun altını çizen Davutoğlu, İranlı yetkililerin açıklamalarının sadece ikili ilişkilere değil ayrıca Tahran’ın uluslararası alandaki politikasına da zarar verdiğini belirtti. Devlet adamlarından açıklamalarını ciddi bir süzgeçten geçirdikten sonra yapmalarını beklediğimizi Salihi’ye ilettiği söyledi. Ancak Suriye’ye bakışları karşıt olan Türkiye ve İran’ın bunu köklü ikili ilişkilerine yansıtmamak için özel çaba harcamaları gerektiğine kuşku yok.

Suriye’de Esed’in ve Baas rejiminin geleceği, Rusya ve Çin’in BM Güvenlik Konseyi’ndeki katkılarına karşın pek parlak değil. Ülkenin nasıl bir devlet yapısına sahip olacağı belki öngörülemiyor ama kurulacak rejimin daha demokratik ve insan haklarına saygılı olması beklentilerin başında geliyor. Esed karşıtı politika izlemenin başka bir ilkesel yönü de yok. Suriye’de etnik veya dinsel, hatta mezhepsel farklılıkları öne çıkaran totaliter bir rejimin inşasının uluslararası arenada destek bulması kolay değil. O bakımdan İran’ın Suriye’de önünde sonunda kaybetmesi kaçınılmaz. Peki, ama sonra sıra kime gelecek?

İran Genelkurmay Başkanı’nın satır arasında söylediklerini Esed rejiminin yıkılmasıyla PKK’nın Türkiye’nin başına büyük dert açacağı şeklinde okumak mümkün. Bu öngörüde doğruluk payı yüksek ve konunun bu veçhesi üzerine yazan çizenler de az değil aslında. Baas rejiminin çökmesine ilkesel temelde yani daha demokratik bir rejim kurulması için destek veriyorsak, bu alandaki sicilimizi bizim de yükseltmemiz gerekiyor. İşte bu nedenle Türkiye’nin Kürt sorununu çözecek demokratik bir yeni anayasaya her zamankinden daha acil ihtiyaç duyduğunun altını kalın çizgilerle çiziyoruz.

Ne var ki Baas rejiminin yıkılmasının ardından sıranın önce İran’a geleceği genel kabul görüyor. Firuzabadi’nin ima ettiği ülkeler arasında Türkiye’den başka demokrasi sicili kötü bir Suudi Arabistan ile bu alanda daha çok adım atması gereken Katarda var ama İran’da, nükleer sorunu bir tarafa, insan hakları ihlalleri özellikle 2009 cumhurbaşkanlığı seçimlerinden bu yana ileri boyutlara ulaşmış durumda. Bu seçimleri hile karıştırıldığı iddiasıyla sokakta protesto edenlerin üstüne silah sıkılması nedeniyle ölenlerin sayısı bile sansür uygulanması nedeniyle kesin bilinmiyor.

Oysa Şah’ın diktatörlük rejimi ve sayısız insan hakları ihlalleri İslam Devrimi’nin varlık nedenlerinden birini oluşturuyordu. Ama devrimi gerçekleştirenler açısından bu ihlaller tanrıtanımaz bir rejimden kaynaklanıyordu. Bu nedenle kendi anayasalarının başlangıç bölümünde “evrensel insan haklarına” değil, yabancı ideolojilerden arındırılmış, “milli ve din?’ değerlere atıf yapıldı. İslam Devrimi lideri Ayetullah Hameney’in yıllar sonra, 27 Nisan 2005′de buyurduğu gibi, insan hakları “İslam’a karşı bir silah” olarak görüldü, Şeriat da hiyerarşik olarak insan haklarının üstünde sayıldı. Hameney’e göre, bütün temel haklar on dört yüzyıldır Kuran’da mevcuttu. İfade özgürlüğü olsun, kadın hakları olsun, temel hak ve özgürlükler Kuran’a uygun olarak, —tüm sınırlamalarıyla elbette— Batı’da Rönesans’tan sonra geliştirilen insan hakları kavramından çok daha önce vardı.

Kabul etmek gerekir ki İran’ın Şeriat’a dayalı rejimi ve BM, Avrupa Parlamentosu ve diğer uluslararası kuruluşların insan hakları ihlallerine ilişkin kararlarını yukarıdaki yaklaşımla reddetmesi önemli bir sorun oluşturuyor. Bu, İran’ın sadece gelişmiş dünyayla barışmak için çözmesi gereken bir sorun değil. Aynı zamanda yurttaşlarına karşı yerine getirmesi gereken bir görev. Ayrı bir yazı kon usu olacak kadar kapsamlı bir belge olan BM Genel Kurulu’nun 17 Şubat 2012 tarihli İran’la ilgili son kararına sadece bir göz attığımızda, bu ülkede “işkencenin yanı sıra, organ kesme, kırbaçlama gibi vahşi, aşağılayıcı ve insan onuruyla bağdaşmayan ceza ve muamelelerin olduğunu görüyoruz. Tanrıya karşı gelmek (moharabeh) gibi soyut kavramlarla insanların, suç işlediği zaman 18 yaşından küçük çocukların asıldığına, kadınlara negatif ayırımcılık yapıldığına tanık oluyoruz. Kararın maddelerini sıralayarak benzer örnekleri daha da arttırmak mümkün.

İran, devlet geleneği olan, iyi diplomasi yapan bir ülke. Ama demokrasi sicili bu kadar kötü, insan hakları bagajı ihlallerle ağzına kadar dolu bu rejimi, değişim kıvılcımı çoktan çakılmış bu bölgede siyasi manevralar ve alaturka kurnazlıklarla daha uzun süre götürmek mümkün değil. Sıranın sona kalsa bile İran’a da geleceğine kuşku yok.

11.08.2012

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder