4 Şubat 2012 Cumartesi

İran’ın papalık doktrini: “Velayet-i Fakih”

12 İmama ve İmamların devamı olan Ayetullahlara masumiyet ve ruhaniyet yükleyen Şiiler, İran Devrimi lideri Humeyni’nin buluşuyla da, “Papalık” müessesesine benzer bir “Velayeti Fakih” müessesesi oluşturdular.

Bu kavram, Humeyni gelene kadar, genellikle ulemanın kendi malları üzerinde tasarrufu olmayan çocuklar ve akıl hastaları gibi kişilere vasilik yapması şeklinde algılanmıştı. Ancak Humeyni, 1970’de yazdığı “Velayet-i Fakih: İslam Devleti” isimli kitabında bu kavrama yeni bir anlam yükledi:

“Kayıp On İkinci İmam’ın tekrar ortaya çıkıp dünyayı adaletle dolduracağı güne kadar, hükümetsiz kalmamak için, Şii siyasal anlayışını bilen ve Şiileri kayıracak adalet duygusuna sahip birinin devleti yönetmesi gerekir.”

Humeyni, Velayeti Fakih makamını süper yetkilerle donatıp tamamen siyasallaştırdı. Humeyni’ye göre, yalnızca en üst seviyedeki ulemalar/Ayetullahlar gerçeği kavrayabilir ve dünyayı doğru algılayabilirdi.

Velayet-i Fakih doktrinine göre, Kayıp İmam’ın tüm yetkileri kullanılarak İran ve dünya onun gelişine hazırlanmalıydı. Bu şekilde Humeyni, yetkilerini Allah’tan aldığına, Din ve Devlet işlerini Kayıp İmam adına idare ettiğine İran’ı inandırdı. Bütün kararlarına “ilahi” bir kılıf giydirdi. Bu tür sorunlu öğretilerin etkisiyle Şiiler, İmamların Peygamberlerden daha üstün olduğuna inanmaktadır. Bugün bu makamda Ali Hamaney oturmaktadır.

1979 Devrimi Anayasası’yla birlikte, İran dini lideri Humeyni, savaş ilan etme, barışı kabul etme, başkomutanlık ve üst düzey görevlileri atama gibi çok sayıda süper yetkiyle donatıldı. Humeyni’ye kadar İran’da birçok devrim gerçekleşmişti. Ancak Şii önderler, Humeyni Devrimi’yle ilk kez tüm yetkileri kendilerinde topladılar. Tüm kararları doğrulama veya iptal etme, karar alanların veya seçileceklerin “imanlı mı, imansız mı” olduklarına kanaat getirme yetkisini kendilerinde gördüler. Sonuçta Velayet-i Fakih yetkisi ile donatılan dini liderler, İran da adeta bir ortaçağ kilisesi inşa ettiler.

İran’da On İki İmam’ın temsilcisi sayılan Velayet-i Fakih, en büyük dini önder sıfatıyla bütün yasama ve yürütme işlerinde son söz hakkına sahiptir. Şura Meclisi’nde yasaların yürürlüğe girebilmesi için fakihlerin ve Velayet-i Fakih’in onayından geçmesi gerekir. Cumhurbaşkanı bile Velayet-i Fakih’in onayı ile görevine başlar; yani seçimler bir anlamda göstermeliktir.

İran’daki medreselerde yetişen (İran’daki medreselerin tamamı Şia Medresesidir, İslam medresesi bulunmamaktadır) ruhban Ayetullahlar, sadece dini yetkinlikleri ile sınırlı kalmazlar. Devlet yönetimindeki yasama ve yürütme organının her türlü işlemini de tetkik edebilir ve karar verici konumda bulunurlar.

Velayet-i Fakih kavramının Humeyni’nin istediği şekilde yorumlanarak uygulanmasına, Devrim sonrası birçok Ayetullah karşı çıktı. Muhalif Ayetullahlar, bu anlayışın Kayıp İmam’ın hakkını gasp etmek olacağını söylüyorlardı. Bu karşı çıkış birçok Ayetullahın sonunu getirdi.

Humeyni, Velayet-i Fakih kavramı sayesinde muhaliflerinin üzerine kara bir bulut gibi çöktü. Devrim’in akabinde fetva çıkartarak, Velayet-i Fakih kavramına karşı çıkan 30.000 muhalifini din adına öldürttü. Öldürülen insanların çoğu muhalif Ayetullahlardan (Şii önderlerden) oluşmaktaydı.

Humeyni’nin sağ kolu Ayetullah Muntezari, 2000 yılında yayınlanan “Hatıralar” isimli kitabında, ciddi bir karşı koyuş ve ayaklanma yaşanmamasına rağmen, 30.000 devrim muhalifi siyasi tutuklunun idam edildiğini itiraf eder.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder