26 Ocak 2013 Cumartesi

İran devriminin evreleri: İslam devriminin Safevizm’e evrilişi

(Ali ÖNER – Timeturk)          Time Turk yazarı Ali Öner  bugünkü yazısında İran Devrimi’nin yaşadığı evreleri anlatıyor. İran devrimi dünya müslümanlarına kardeşlik mesajları versede bu duygudaşlık havası uzun sürmedi. İran’ın bir diğer müslüman ülke Irak’la giriştiği savaş, müslümanların İran devrimine bakışı değiştirdi. Ali Öner yazısında İran’ın gelişimini 3 evreye ayırıyor. 1. Evrede Humeyninin velayeti fakihi ilan etmesi ve tekfir edilmesi önemli bir köşe taşı. Bu olayı tığkı bugünkü gibi İranın Hafız Esad’ın yaptığı Hama katliamına sessiz kalması izledi. İkinci evre ise şia fanatizminin öne çıktığı bir evre. Öner, Tunuslu bir Sünni alimin Şii olma serüvenini anlattığı “Hidayete Erdikten Sonra” adlı kitabın Türkçe’ ye de çevrilerek yayınlamasını, mezhep fanatikliğinin gelmiş olduğu noktaya örnek gösteriyor. İran bu evrede özellikle Suudi ile zıtlaşarak Ortadoğu’da Müslümanlar arasında ikiliğe yol açtı. İranın 3. devresinde Safevilik düşüncesiyle, Amerikanın güvenlikçi politikalarına hoşgörüyle baktı. Irak ve Afganistanda Amerikayla işbirliği yaptı. Tüm bu evreler ışığında bir devrimin bitişini görüyoruz. Ali Ören’e göre müslümanlara düşen ise mazlumdan yana zalimin karşısında olmaktır. İşte Öner’in yazısından İran’ın evrelerini anlattığı bölümler;

İran’ı anlamak açısından geçen Ağustos ayında Özgün İrade için yazdığın ve bu dergide yayınlanan “İran İslam Devrimi’nin Suriye Açmazı” başlıklı yazımı İran devriminin evrelerinin daha iyi anlaşılması ve mezhep faktörünün kaşıyarak Müslümanlar arasında yeni bir cephe açılmaması dileğiyle aşağıya alıyorum.

İran’da İslam devriminin gerçekleşmesi bütün dünya Müslümanları için bir ümit ışığı olmuştu. Özellikle de “La Şarkiyye La Garbiyye İslamiyye İslamiyye” sloganı tüm emperyalist güçleri karşısına aldığının bir göstergesiydi. Böylece Müslümanların ne kapitalist batı emperyalizmine ne komünist doğu emperyalizmine dayanmadan kendi öz değerlerinden yeniden doğarak gerçek bağımsızlığın ancak bununla mümkün olabileceğini göstermeye çalıştı.
 
İslam İnkılabı, ne batı düşüncesinin kapitalist hegemonyası ne de doğu düşüncesinin komünist hegemonyasının tutsağı olmadan, varlığını doğrudan vahyin nurundan yani Allah’tan alan, bölgesel olmayıp cihanşümul bir özellik taşımak iddiasındaydı. Bu iddia Büyük Şeytan ve avanelerinin kudurmasına neden olurken, Küçük Şeytan ve avanelerinin bekle ve gör politikası izlemelerine neden olmuştur. Ayrıca tüm mazlum ve mustazaf dünya halklarının yanında olacağını söyleyerek evrensel bir tutum gerçekleştireceğinin sinyallerini vermiş, dünya halklarının bu kesimine ümit kaynağı ve hareket merkezi olduğunu göstermiştir.

Humeyni 1 Şubat 1979’da İran’a ayak bastığında sadece İran halkının kaderini değiştirmeye aday olmadığını, tüm dünya mazlumlarının yanında olduğunu beyan etmiştir. İslam inkılabının “Ne doğu, ne batı, ancak İslam” olduğunu ve buna bağlı kalacağını söylemesi, dünya Müslümanları için kardeşlik ve mezheplerin arka planda kaldığı bir duygudaşlık geliştirmesine neden olmuştu.

Ne yazık ki bu uzun sürmedi. İran’ın içinde ve dışındaki güçler boş durmadı. İnkılabın evrensel boyutunu sekteye uğratmak için çabaladılar. İnkılabı gerçekleştiren kesimin devleti yönetme tecrübesinin yetersizliği ve uluslararası ilişkilerin kendi içinde gerçekleştirmiş olduğu stratejik ilişkiler ağı ve bu ağın oluşturmuş olduğu güç geleneği, inkılabın kendi mecrasında ilerlemesini engelleyecektir.

İnkılaptan kısa bir süre sonra Irak devletiyle ve inkılap karşıtı güçlerle girmiş olduğu savaş, inkılabı kendi stratejisinde bazı değişimlere gitmek zorunda bıraktı. Bu anlamda inkılap liderlerinin bu dönemde yanlış yönlendirmelerle bu değişime kendilerini zorunlu hissetmeleri, güç odakların işini kolaylaştırmıştır. Diğer tarafta ise inkılabın lider kadrosu ile halk tabanını kontrol eden Şii ulama arasındaki düşünce farklılıklarının da bu konuda olumsuz etkileri olmuştur.

Geleneksel Şii ulemasının yaklaşımı, Şeriati’nin ifadesiyle söylenecek olursa daha çok Safevi/bedevi Şiasına yakın durmaktadır. Safevi Şiası ise Pers kültür havzanın yoğun olduğu bir din algısından oluşmaktadır. Ali Şeriati, hem Ali Şiası ve Safevi Şiası, hem de Dine Karşı Din kitaplarında bunun ayrıntılarını vermektedir. Halkın çoğunluğu bu bedevi din algısının havzası etrafında kümelenmiştir. Bir tarafta savaş sürerken, alimlerle karşı karşıya gelmek istemeyen lider kadrosunun ortamı yumuşatma çalışmaları Ali Şia’sından kaymayı beraberinde getirirken, diğer tarafta ise Suudi merkezli bedevi selefilik zıdd-i inkilabi bir yöntemle İslam coğrafyasına yayılma çabası, mezhebi ayrılıkların merkezi bir konuma gelmesine yol açmıştır.

Bu nedenlerden dolayı İran İslam İnkılabını üç evreye ayırmak gerekir. Biz ancak bu üç evre üzerinden İran’daki toplumsal ve iktidar dönüşümü ile İran’ın dış politikasını okuyabiliriz. Bu evrelere baktığımızda; birinci evre İnkılabın evrenselliği aşaması (1979-1982), ikinci evre İnkılabın mezhepçiliğe gerilemesi (1982- 2001), üçüncü evre ise İnkılabın uluslaşması/diktalaşması/doğuculaşması (2001-…) evreleridir.

Şimdi bu evreleri biraz derinleştirerek, bunun üzerinden İran İslam Cumhuriyeti’nin Suriye politikasını açıklamaya çalışalım. Zira Suriye meselesi bu evrelerin oluşumunun en önemli belirtisidir. Böylece Suriye politikasının İnkılabı nasıl evrelere ayırdığı ve evrensellikten ulusallığa/Doğuculuğa kaydığı görünürleşmektedir.

Birinci Evre; İran islam İnkılabının gerçekleştiği ve evrensel çizgisini “La Şarkiyye La Garbiyye İslamiyye İslamiyye” sloganıyla belirlediği evredir. Bu slogan batı ve doğu emperyalizmine/küreselcilkiğine karşı bir duruşu sergilediği gibi, mezhebi kaygıların yerine tüm İslam coğrafyasında tevhidi bir anlayışın merkeze alınarak hak ve adalet perspektifli bir duruşu sergilemekteydi.
Aslında bu duruş Şia düşüncesindeki Kayıp İmam anlayışıyla çelişiyordu. İmam Humeyni bu anlayışı Velayet-i Fakih düşüncesini siyasal bir makam olarak ihdas ederek aşmaya çalıştı. Bu yeni paradigma Şii alimler içinde ciddi tartışmalara neden oldu. Bir çok Ayetullah sırf bu nedenden dolayı İmam Humeyni’yi tekfir etmeye kadar gitti. Ne var ki devlet mekanizmanın oluşumu ve korunması böyle bir kuruma ihtiyaç duyuyordu. Bu nedenden dolayı geri adım atılmadı. Ama bir yandan da Safevi Şia anlayışına geri dönme sinyalleri verilmekteydi. Bu durum evrensel İslam düşüncesinden mezhebi kaygıların ön plana çıktığı evreye doğru bir yönelişin işaretiydi.

İnkılap sonrası başlayan Irak savaşı ve Şiilik mensubu Iraklıların İran’a yakın oluşu ve Irak İslam Devrim konseyinin kurulması, ilk başlarda mezhebi birlikteliğe bir gönderme olmasa bile sonrasında tamamen buna doğru evirilecektir.

İşte bu şartlar içerisinde, 2 Şubat 1982’de Suriye’nin Hama kentinde Müslümanlara yönelik iktidardaki Hafız Esed’in gerçekleştirmiş olduğu katliama İran İslam inkılabının sessiz kalması, mazlumların banisi olma iddiasına büyük bir darbe vuracaktır. Böylece bu olay karşısındaki tutumu, İran’ı uluslararası ilişkilerde ahlakçı tutumdan ve evrensel olma iddiasından vazgeçtiğinin, çıkar/strateji merkezli bir tutum gerçekleştirdiğinin açık bir delili sayıldı.

İran katliamda sessiz kalmanın yanında, Suriye yönetimiyle ilişkilerini daha da geliştirdi. Böylece Hama olayları ve Müslümanlara yönelik Esed’in baskıcı politikaları karşısındaki tutumu İran İslam inkılabının evrensellik iddiasını da bitirmiş oldu. Hama katliamı İnkılabın birinci evresinin bitmesi ve ikinci evrenin başlangıcıdır.

İkinci evre; Mezhepsel kaygıların gelişmeye ve öncelenmeye başlandığı, mezhep ihracatının önemsendiği bir dönemdir. İnkılabın ihracatı için kurulan İslami İrşad ve Kültür Bakanlığı’nın Tunuslu bir Sünni alimin Şii olma serüvenini anlattığı “Hidayete Erdikten Sonra” adlı kitabın Türkçe’ ye de çevrilerek yayınlaması, mezhep fanatikliğinin gelmiş olduğu durumu ortaya koyan önemli bir belgedir.

İslami İrşad ve Kültür Bakanlığı’nın bu kitabı İslam coğrafyasının diğer bölgelerine de göndermesi, İslam’ın ihracı değil, Şiiliğin ihracı olarak okundu. Bu evre İslam dünyası üzerinde ciddi etkilerde bulunmadı. İnkılabın mezhepsel kaygıları yanında, diğer tarafta selefi çalışmalar iki farklı kutbu karşı karşıya getirdi. Bu iki fanatikliğin İslam coğrafyasında oluşturmak istediği ve Irak’ta da bir nebze yol aldığı anlayış çok şükür arzu edenlerin istediği yere gelmedi.

İran ikince evrede aldığı rol ile Suud yönetimiyle el ele vererek Sünni ve Şii selefiliğinin ideolojik tahrik ve motivasyon alanını besleyen ve temelde kutuplaşmayı artırıcı bir rol almıştır. Onun için biz bugün bambaşka bir Ortadoğu’dan bahsedemiyoruz ve bu stratejiler emperyalistlerin ekmeğine yağ sürmekten de ne yazık ki geri durmuyorlar.

Batı emperyalist güçlerin İslam dünyasına yönelik çeşitli çıkarmalar ve baskılar, özellikle de 11 Eylül sonrası ülke stratejilerinde ciddi değişimlere gitme ihtiyacı doğurdu. Önce batıdan başlayan sonra İslam ülkelerini de içine alan stratejilerini gözden geçirme çalışmaları doğal olarak İran’ı da kuşattı. Mezhepçi evrede Rusya ve Çin emperyalizm ile olan ilişkilerini batı hegemonyasına karşı bir kalkan olarak kullandı. İran, Hama olayları karşısında aldığı bu tutumu Çeçenistan, Doğu Türkistan ve Afganistan’ın işgalinde sessiz kalarak, güvenlikçi uygulamaları öne alarak daha da ilerletti.

İkinci evrede Suriye ve diğer bölgedeki Şiilerle olan ilişkilerini mezhebi kaygılarla geliştirdi. Şii mezhebine mensup insanları korumaya ve kendi hâkimiyet alanını geliştirmeye çalıştı. İkinci evrenin ilk başlarındaki ilişkiler mezhep merkezli oldu mezhep üzerinden diğer ülkelerin içişlerine müdahil olmaya çalıştı. Bunda çok başarılı olduğu söylenemez. Bu çalışmasında herhangi bir başarıda elde edemedi.

Üçüncü evre; bu evrede mezhepçi siyasi yatırımlar anlamsızlaştı. 11 Eylül sonra Amerika’da başlayan güvenlikçi stratejiler Batı devletlerini kuşattığı gibi, İslam ülkelerine de uğradı. Bununla birlikte daha önce batılı jeopolitik okuma ve hesapların birçoğu buharlaştı. İşte böyle bir ortamda İran İslam Cumhuriyeti güvenlikçi bir politikayı ulusal çıkarı için daha uygun gördü. Amerika’nın Afganistan ve Irak’ı işgal etmesini ulusal çıkarlarına uygun gördüğü için sessiz kaldı.

Ama inkılap sonrası Filistin meselesine olan duyarlılığını korumaya çalıştı. Birinci evrede Filistin, İnkılabi İran’ın temel meselesiyken, sonrasında İslam dünyası üzerindeki etkinliğini sürdürmenin bir aracı oldu. Bugün Suriye Baas Partisi’nin yanında olduğunu, Filistin Direnişine verdiği desteğe bağlamanın sebebi bu olsa gerektir. Oysa bu stratejik söylem aldatmacadan başka bir şey değildir. Çünkü Suriye’nin en verimli toprakları olan Golan Tepeleri 1967 yılından beri işgal altında ve buradan İsrail’e tek kurşun sıkılmamıştır. Direniş bir çeşit Suriye’de suskunlaştırılmak zorunda bırakılmıştır. Suriye’nin direniş günlüğü ise kirliliklerle doludur.

İran bu son evrede mezhebi görünen stratejileri ulusal Fars yayılmacılığı olarak okunmaktadır. İnkılabın ilk evresindeki batı ve doğu emperyalist karşıtlığı, batı karşıtlığına dönüşürken, doğu emperyalizmin güç odağında ulusal çıkarları merkezileştirmiştir. Bugün Suriye üzerinde Rus/İran doğu emperyalizmin ve Suudi/Amerikan emperyalizmin savaşı sürmektedir. İki tarafta Suriye halkının zafere ulaşmasını geciktirmekte ve Suriye’yi bir harabeye çevirerek, on yıllarca İsrail karşısında söz söyleyemeyecek konumda tutmayı amaçlamaktadır.

İran sınırlarına taşınacak bir savaşı Suriye üzerinde savaşarak geciktirmeye çalışmaktadır. Bu durum İran ulusal çıkarlarının bir gereği olarak okunmalıdır. Ulus devletlerin mantığı çıkarları gereği böyle çalışmaktadır. Bu son evreyle İran yönetimi İnkılap ile arasına mesafe koymuştur. Devrim çocuklarını yemiş ve baskıcı fars zorbalığını halkına yöneltmiştir. Muhalefet susturulmuş, Suriye’deki olayları konusunda halk ciddi şekilde yanlış bilgilendirilmiştir.

Sonuç olarak, İran’ın devrimle birlikte geldiği noktada evrensellikten ulusallığa evirilmesinde Suriye politikasının nasıl etkin olduğunu görüyoruz. Mazlumun yanında olmaktan zalime sahip çıkma İslami hassasiyetinin değil ulusal çıkarların nasıl bir rol aldığını ortaya koymaktadır.

Türkiyeli Müslümanlar olarak Suriye meselesine ve İran’ın Suriye yanında yer almasını, Suudi/Amerika ekseninin dayatmaya çalıştığı mezhep eksenli değil, zalim ve mazlum ekseninde bakmalıyız. Zaten İran mezhebi kaygılardan değil ulusal kaygılardan dolayı Suriye’nin yanında yer almaktadır.

İran’ın Suriye politikası devrim çizgisinin değişiminde nasıl rol aldığını ve bir devrimin bitişinin resmini görüyoruz.

Müslümanlara düşen ise mazlumdan yana zalimin karşısında olmaktır. İslami inkılap bunu gerektirir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder